Riley, bir evin altında, döşeme boşluğundaki dar alanda, eğreti bir kafesin içinde yatıyordu. Gördüğü tek ışık propan bir meşaleydi. Bütün zamanı karanlıkta geçiyordu. Döşemenin altındaki zemin topraktı. Üzerindeki levhalar zorlukla çömeleceği kadar alçaktı.
Adam küçük kapıyı açıp döşeme boşluğuna, Riley’in yanına süzüldüğünde bile her yer karanlıktı. Adamı göremiyordu ama nefes aldığını ve mırıldandığını duyabiliyordu. Adam kafesin kilidini çevirip gürültüyle açtı ve içeri girdi.
Sonra meşaleyi yaktı. Riley bu ışıkta onun acımasız ve çirkin yüzünü görebiliyordu. Bir tabak berbat yemek getirerek onunla alaya başladı. Eğer Riley yemeğe yetişebilirse adam meşaleyi ona değdiriyordu. Riley yanmadan yemek yiyemiyordu…
Gözlerini açtı. Gözleri açıkken görüntüler daha az canlıydı ama anıların akışını durduramıyordu. Bütün vücudu adrenalin ile dolu olduğu halde bir robot gibi kahvaltıyı hazırlamaya devam etti. Kızının sesi yeniden duyulduğunda masayı henüz hazırlamıştı.
“Anne, daha ne kadar var??”
Riley yerinden zıpladı ve elindeki tabak yere düşüp kırıldı.
“Ne oldu?” diye seslendi April onun arkasında belirerek.
“Bir şey yok.” dedi Riley.
Yerdeki pisliği temizledi ve April ile birlikte oturup yerken aralarındaki düşmanlık her zamanki gibi ortaya çıkmıştı. Riley bu döngüyü sona erdirmek, April’a doğrudan ulaşabilmek için April, ben senin annenim ve seni çok seviyorum demek istedi. Ama bunu her denediğinde daha da kötü oluyordu. Kızı ondan nefret ediyordu ve o bunun nedenini ya da nasıl sona ereceğini bilmiyordu. “Bugün ne yapacaksın?” diye sordu April’a.
“Ne demek istiyorsun?” diye terslendi April. “Dersim var.”
“Yani dersten sonra…” dedi Riley ses tonunu sakin ve şefkat dolu tutmaya çalışarak. “Ben senin annenim. Bilmek istiyorum. Bu çok normal.”
“Hayatımızda hiçbir şey normal değil.”
Bir süre sessizce yediler.
“Benimle hiç konuşmuyorsun. ” dedi Riley.
“Sen de.”
Bu cümle aralarındaki konuşmayı tamamen kesmişti.
Bu doğru, diye düşündü Riley acı acı. April’ın düşündüğünden daha da doğru. Riley ona işinden, vakalarından, esir olduğu günlerden, hastanedeki günlerinden ya da şu an neden izinli olduğundan hiç söz etmemişti. April’ın tek bildiği tüm bu süre boyunca babasının yanında kalmak zorunda olduğuydu ve o, babasından, annesinden nefret ettiğinden daha çok nefret ediyordu. Ama Riley her ne kadar kızına olanları anlatmak istese de, kendisine olanları bilmemesinin onun için daha iyi olacağını düşünmüştü.
Riley giyindi ve April’i okula götürdü. Yol boyunca bir kelime bile konuşmadılar. April arabadan inerken Riley arkasından seslendi: ‘’Saat onda görüşürüz.’’
April dönüp yüyürken annesine isteksizce el salladı.
Riley arabayı yakındaki kafeteryaya doğru sürdü. Bu artık onun için alışıldık olmuştu. Kalabalık içinde zaman geçirmek onun için zor olmaya başlamıştı ve bunu neden yapmak zorunda olduğunu kesinlikle biliyordu. Kafeterya küçüktü ve özellikle sabahları fazla kalabalık olmazdı. Böylece Riley kendisini fazla rahatsız hissetmiyordu.
Orda oturmuş cappuccino içerken Bill’in ricasını anımsadı. Kahretsin ki altı hafta olmuştu.
Bu değişmek zorundaydı. Kendisi değişmek zorundaydı. Bunu nasıl başarabileceğini bilmiyordu.
Ama aklına bir fikir geliyordu. Tam olarak nereden başlayacağını biliyordu.
Bölüm 4
Propan meşalenin beyaz alevi Riley’in önünde dalgalanıyordu. Yanmamak için ileri geri gidip gelmek zorundaydı. Işığın parlaklığı gözlerini kör ediyor ve kendisini esir eden adamın yüzünü bile göremiyordu. Meşalenin alevi dönüp dururken havada izler bırakıyor gibiydi.
“Kes şunu!” diye bağırdı. “Kes şunu!”
Sesi bağırmaktan kalınlaşmış ve boğuklaşmıştı. Neden nefesini tükettiğini bilmiyordu. Adamın kendisine ölene kadar durmadan işkence edeceğini biliyordu.
Tam o anda adam bir havalı korna çıkarıp onu tam kulağına üfledi.
Bir araba kornası çaldı. Riley geçmişten günümüze dönerek dışarı baktı ve kavşaktaki ışığın yeşile döndüğünü gördü. Arkasında bir dizi araba sıralanmıştı ve hemen gaza bastı.
Riley, avuçlarının içi terleyerek geçmşi bir kenara bıraktı ve kendisine nerede olduğunu anımsattı. Katilin tarifsiz sadizminden kurtulan diğer kadın olan Marie Sayles’i ziyarete gidecekti. Geçmişi anımsayarak korktuğu için kendisine kızdı. Birbuçuk saattir aklı başında araba kullanıyordu ve iyi iş becerdiğini düşünüyordu.
Riley lüks Viktoryan evlerini geçerek Georgetown’a girdi ve Maire’nin kendisine telefonda verdiği adrese giderek kırmızı tuğlalı ve güzel bombeli pencereleri olan bir konağın önüne park etti. Bir süre arabanın içinde oturarak içeri girmek için cesaretini toplamaya çalıştı.
Sonunda arabadan çıktı. Merdivenlerden çıkarken Marie’yi kapıda görünce sevindi. Marie kasvetli ama zarif giyinmişti ve kibarca gülümsemişti. Yüzü yorgun ve bitkin görünüyordu. Gözlerinin altındaki halkalardan, Riley onun ağlamış olduğunu kesinlikle anlamıştı. Bu ona sürpriz olmamıştı. İkisi haftalardır görüntülü sohbet ediyorlardı ve birbirlerinden sakladıkları çok az şey vardı.
Sarıldıklarında Riley onun beklediği kadar uzun ve yapılı olmadığını farketti. Topuklu ayakkabıların içinde bile Riley’den kısaydı ve bedeni narin ve inceydi. Riley buna şaşırmıştı. Marie ile pek çok kez konuşmuşlardı ama ilk kez yüzyüze görüşüyorlardı. Marie’nin narinliği tüm bu yaşadıklarından sonra onu daha da cesur gösteriyordu.
Riley, Marie ile yemek odasına ilerlerken atrafını gözden geçirdi. Ev son derece temizdi ve zevkli döşenmişti. Tek başına yaşayan bir kadın için çok renkli bir evdi. Ama Marie tüm perdeleri kapatmış ve ışıkları azaltmıştı. Riley bunu itiraf etmek istemese de kendi evi aklına geliyordu. Marie yemek massasına hafif bir öğlen yemeği hazırlamıştı ve Riley yemek için masaya oturdu. İkisi de garip bir sessizlik içinde oturuyorlardı ve Riley neden terlediğini anlamıyordu. Marie’yi görmek tüm yaşadıkarını geri getirmişti.
“Eee. . . nasıl hissediyorsun?” diye sordu Marie. “Yeryüzüne çıkmak nasıl?”
Riley gülümsedi. Marie, bugünkü araba yolculuğunun ne hissettirdiğini herkesten daha iyi anlıyordu.
“Oldukça iyi.” dedi Riley. “Aslında son derece iyi. Kendimi gerçekten yalnızca bir kez kötü hissettim.”
Marie çok iyi anladığını gösterir gibi başıyla onayladı.
“Yani, başardın.” dedi Marie. “Ve bu çok cesurca.”
Cesur, diye düşündü Riley. Kendisini tam olarak böyle tanımlayamazdı. Aktif ajanken belki cesurdu. Acaba yine kendisini böyle tanımlayabilir miydi?
“Sen nasılsın?” diye sordu Riley. “Ne kadar çıktın dışarıya?”
Marie sessizliğe büründü.
“Evden