Mısır’ın Kutsal Kedisi
G. A. Henty, (8 Aralık 1832 – 16 Kasım 1902) Cambridge yakınlarındaki Trumpington’da doğdu. Çocukluğunun bir kısmı Canterbury’de geçti. Çocukken sık sık hasta olurdu ve günlerini yatakta geçirirdi; geçirdiği hastalıklar, iyi bir okur olmasına vesile oldu. On dört yaşındayken Londra’daki Westminster Okulu’na yazıldı.
Kırım Savaşı başladığında üniversiteden ayrıldı, Kırım’a gönderildi ve savaşın korkunç koşullarına bizzat şahit oldu. Eve yazdığı mektuplar, gördüklerinin canlı tasvirleriyle doluydu. Babası mektuplarından etkilendi ve bu mektupları Morning Advertiser gazetesine gönderdi. Bu ilk yazma başarısı, Henty’ye muhabir olmanın yolunu açacaktı. Gazetecilik hayatı boyunca savaş alanlarında çalışmaya devam etti. Henty, romanlarının pek çoğunu bizzat gördüğü yerler, tanıdığı insanlar ve tanık olduğu olaylara dayanarak kurgulardı; bu nedenle kitapları, ayrıntılar bakımından çok zengindir.
Selvi Danacı, lisans eğitimini 2015 yılında Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans derecesini aynı bölümde “Samuel Beckett’in Dream of Fair to Middling Women, Mercier and Camier ve How It Is adlı Eserlerinde Arınma Kavramının Yeniden Tanımlanması” başlıklı teziyle aldı. Edebi çevirmenliğin yanı sıra çeşitli edebiyat mecralarında eser incelemeleri ve öyküler kaleme alıyor. Doktora tezini İngiliz sürrealist romanı üzerine yazıyor.
Önsöz
Sevgili dostlarım,
Mısırlıların günlük hayatlarını en ince ayrıntısına kadar kaya mezarlarının duvarlarına resmederken gösterdikleri özen, bu kayıtları binlerce yıl boyunca zarar görmeden korumuş olan kuru iklim ve çağdaş araştırmacıların yorulmak bilmeden yaptığı çalışmalar sayesinde Mısır halkının örf ve âdetleri, çalışma yöntemleri, spor ve eğlence aktiviteleri, şenlikleri ve günlük hayatlarıyla ilgili nispeten yeni olan uygarlıklara kıyasla çok daha fazla şey biliyoruz. Bu hikâyedeki amacım aynı konu üzerine yazmış olan J. Gardner Wilkinson ve diğer yazarların kapsamlı çalışmalarından da yararlanarak sizlere Mısır’daki hayatın olabildiğince gerçekçi bir portresini çizmek. Hikâyenin geçtiği dönem olarak geniş alanlara yayılan fetihleri ve şöhreti dikkate alındığında II. Ramses’ten sonraki en önemli Mısır hükümdarlarından biri olan III. Thutmose’nin devrini seçtim. Thutmose’nin Mısır ordularını Hazar Denizi kıyılarına kadar getirdiği bilinmekte; fethedip haraca bağladığı halklar arasında Rebu isimli sarı saçlı, mavi gözlü bir halkın da Mısır oymalarında bahsi geçiyor. Mısır’daki Yahudi Göçü’nün Thutmose’nin hükümdarlığı sırasında mı yoksa uzun yıllar sonra mı yaşandığı tartışmaya açık bir konu, hatta kimi yazarlar Ramses dönemini bile işaret ediyor. Çok tartışılan bu konuyu irdelemeden İsraillilerin Thutmose döneminde hâlâ Mısır’da olduğunu varsaydım, Musa’yı ise halkının davası için çalışmaya başladığı süreçte hikâyeye dahil ettiğim için Yahudi Göçü’nün bundan yaklaşık kırk yıl sonra gerçekleştiği çıkarımı yapılabilir. Fakat bu tarihi mutlak doğru olarak kabul etmenize gerek olmadığını bilmenizi isterim. Bu konuyla ilgili farklı görüşler bulunmakta, ayrıca Mısır kaynaklarında ne Göç’le ne de öncesinde yaşanan herhangi bir olayla ilgili fikir edinmemize yardımcı olacak bir kayıt bulunduğundan bu olayın çok sayıda Mısır kralından herhangi birinin hükümdarlığı sırasında kesin bir tarihte yaşandığını iddia etmek için elimizde hiçbir kanıt yok. İncil’de geçen Firavun ifadesi de konuya dair bir ışık tutmuyor çünkü Firavun en basit tabirle kral demek ve Mısır kayıtlarında yalnızca bu unvanla anılan hiçbir hükümdar bulunmuyor. Kutsal kedinin katledilmesinden doğan sonuçları hiçbir şekilde abartmadım çünkü herhangi bir kedinin kazara bile olsa öldürülmesi Roma İmparatorluğu’yla bağ kurduğu döneme kadar tüm Mısır tarihi boyunca ölümle cezalandırılıyordu.
I
Rebu Kralı
Güneş, Hazar Denizi’nin batı kıyısında bulunan bir şehrin üstünde ışıl ışıl parlıyordu. Burası gelişmiş bir yer değildi ama büyüklüğü ve kalabalık nüfusu sebebiyle şehir olarak kabul ediliyordu. Çoğunluğu basit kulübelerden oluşan küme halinde çok sayıda yapı vardı. Fakat aralarında daha sağlam ve yüksek birkaç bina da bulunmaktaydı. Bunlar yüksek rütbeli ve önemli insanların ikamet ettiği evler, tapınaklar ve toplanma alanlarıydı. Daha geniş ve sağlam bir şekilde inşa edilmiş olsalar da bu yapıların hiçbir estetik güzelliği yoktu, hatta biraz daha büyük olması dışında çevredeki kulübelerden farksızlardı; kralın sarayı bile yan yana yerleştirilmiş bir grup kulübeyi andırıyordu.
Kentin etrafında mazgal siperli yüksek bir sur vardı, buna benzeyen ama daha yüksek bir sur ise kral ve onun başkomutanlarının yaşadığı yeri çevreliyordu. Sokaklar hareketli kalabalıklarla doluydu, ülke barış içinde yaşama konusunda pek ilerleme kaydetmemiş olsa da savaşla ilgili her alanda büyük gelişmeler kaydettiği aşikârdı. Erkeklerin birçoğu kafalarını saran sivri uçlu miğferler takıyordu. Bu miğferler genellikle dövme pirinçten yapılırdı ama bazı başlıkların yapımında yer yer metal topuzla süslenmiş sert deri de kullanılırdı. Tüm erkekler vücutlarını saran zırhlar giyiyordu, askerlerinki metalle sertleştirilmiş deriden, komutanlarınki ise büyük bir özenle işlenmiş pirinçten yapılmıştı.
Hepsinin kemerinde bir hançer, sırtında demir okluklar, omuzlarında renkli yaylar vardı, bazıları da belinde bir kese yassı, düz taş ile deri sapan taşıyordu. Çoğunun üzerinde dizlerine kadar inen bir tür fistan vardı. Kimi üstüne sadece beyaz ketenden ince bir yelek giyerken kimi de günümüz geceliklerine benzeyen, kısa kollu bir kıyafet giyiyordu. Fistanı bu kıyafetin üstüne geçirmişlerdi. Bazıları arkadan bağcıklarla tutturulmuş kalın deriden göğüslükler takıyordu, subayların göğüslüklerinde kullanılan deri ise bir zırh oluşturacak biçimde küçük metal parçalarıyla kaplıydı.
Herkesin sol elinde iki üç cirit, sağ elinde ise yaklaşık üç metre uzunluğunda bir mızrak bulunuyordu. Atlılar dörtnala kraliyet sarayına gidip gelirken ara sıra bir iki atın çektiği at arabaları da onlara eşlik ediyordu. Tekerlerinin yüksekliği bir metreyi geçmeyen bu arabalar oldukça küçüktü. Tekerlerin arasında kalan araç gövdesi ancak iki adamın sığabileceği genişlikteydi. Bu gövde yalnızca ufak bir basamak ile bu basamağın yaklaşık kırk santim üstünde bulunan ve ön kısma bağlı ilerleyen yarı çember şeklinde bir parmaklıktan oluşuyordu. Dikkatle bakıldığında şehrin erkeklerinin bu kez askeri bir sefere çıkmak ya da komşu ülkeleri yağmalamak üzere hazırlanmadığı hemen anlaşılabiliyordu; bu, şehrin güvenliğini ilgilendiren bir savaş hazırlığıydı.
Bir araya toplanan kadınlar askerlerin şehir kapısına doğru ilerleyişini gözyaşları içinde izliyordu. Erkekler azimli ve kararlı görünüyordu ama tavırlarında başarı ve zafer beklentisi yaratacak o kaygısız neşe halinden eser yoktu. Sarayın içindeki koşuşturmalı hazırlık en az dışarıdaki kadar yoğundu. Kral, üst düzey danışmanları ve komutanlarıyla toplantı ve meclis salonu olarak kullanılan geniş, yuvarlak kulübede bir araya gelmişti. Çok geçmeden ulaklar ya düşmanın kaç kişilik bir orduyla nasıl ilerlediğine dair haberlerle ya da çevre kentlerden ve kabilelerden gelecek birliklerin orduya katılmak için ne zaman yola çıkacağıyla ilgili mektuplarla saraya geldi.
Kral dinç, uzun ve savaşçı bir yapıya sahipti. Batının uç noktalarına yaptıkları birçok başarılı seferde askerlerine liderlik etmiş, Perslerin topraklarını işgal etme girişimlerini büyük kayıplarla da olsa bastırmıştı. Arkasında on beş yaşlarında bir delikanlı olan oğlu Amuba duruyordu. Kral, danışmanları ve şehrin zenginleri fistan ve ipek ceketin yanı sıra süslü parçalarla donatılmış, uçları bol ve kalın, uzun, rengârenk bir cüppe giyiyordu. Önü açık bu cüppe büyük bir iğneyle boyna bağlanmış, omuzlardan ayak bileklerine dökülüyordu. Fistanları saran ve hançerlerin tutturulduğu kuşaklar oldukça süslüydü ve önden sarkan uçlarından iri püsküller dökülüyordu.
Herkes çok sayıda altın kolye, bilezik ve çeşitli takılar takıyordu; birçok üst rütbelinin miğferinde kuş tüyü vardı, çoğu erkeğin kol ve bacağındaki dövme desenleri de göze çarpıyordu. Hepsi açık tenli, mavi gözlüydü; saçları genelde ya altın sarısı ya da kızıldı; sakalları ise kısa ve dikti. Genç Prens