Eve dönüp iyi bir uyku çekince sakinleştim, olanlar beni artık o kadar da rahatsız etmiyordu. Okula geldiğimde öğrenciler de sınıftaydı. Yaşananlara hâlâ anlam veremiyordum. Sonraki üç gün olaysız geçti. Dördüncü akşam Sumita denen bir yere gidip dango29 yedim. Sumita denen yer bir kaplıca kasabasıydı. Oraya varmam trenle on dakika, yürüyerek yarım saat sürüyordu. Lokantalar, kaplıcalar ve parklara ek olarak genelevler de vardı. Benim gittiğim dango dükkânı genelev bölgesinin girişindeydi. Tatlılarının lezzetiyle ünlü bir yerdi, bu yüzden kaplıcadan dönerken biraz yedim. Bu sefer öğrencilerle karşılaşmadığım için kimsenin bilemeyeceğini düşündüm. Ertesi gün ilk dersin olduğu sınıfa girdiğimde “2 tabak dango, 7 sen,” yazıyordu. Gerçekten de iki tabağa yedi sen ödemiştim. Ne kadar can sıkıcı veletler! İkinci dersin sınıfında da kesin bir şeyler yazmışlardır diye bekliyordum. Bu sefer, “Genelev bölgesindeki dangolar çok lezzetli, çok lezzetli,” yazıyordu. Hayret ettim.
Dango konusu kapandı derken bu sefer kırmızı havlum ünlü oldu. Nasıl oldu derseniz sıkıcı bir hikâyesi var. Buraya geldikten sonra her gün Sumita’da kaplıcalara gitmeye karar vermiştim. Diğer yerleri hiçbir şekilde Tokyo’yla boy ölçüşemezdi fakat kaplıcaları gerçekten güzeldi. Madem buraya kadar geldim her gün gideyim dedim. Akşam yemeğinden önce kısmen de egzersiz olsun diye dışarı çıkıyordum. Giderken de her zaman büyük alafranga havlum yanımda oluyordu. Kaplıca suyunun etkisiyle kırmızı şeritlerin rengi aktığı için uzaktan bakınca havlu tamamen kırmızı görünüyordu. Havluyu gidiş ve dönüşte, trene binerken, yürürken her zaman yanımda taşıyordum. Bu yüzden öğrenciler bana “Kırmızı Havlu, Kırmızı Havlu” demeye başlamış. Gerçekten küçük yerde yaşamak can sıkıcı. Dahası da vardı. Kaplıca, üç katlı yeni bir binaydı. Sadece 8 sen karşılığında birinci sınıf müşterilere yukata kiralayıp tellaklık hizmeti veriyorlardı. Ayrıca bir kadın Tenmoku denen özel fincanda çay ikram ediyordu. Ben her zaman birinci sınıfa gidiyordum. Bunun üzerine ayda 40 yen maaş alan bir öğretmenin, her gün birinci sınıfa gitmesinin savurganlık olduğuyla ilgili dedikodular dolaşmaya başladı. Onları hiç ilgilendirmezdi. Daha bitmedi. Kaplıca havuzu granit kaplı yaklaşık 24 metre karelik bir alandı. Havuzda genelde on üç on dört kişi olur, bazen de kimse olmazdı. Havuzun derinliği göğsüme geldiğinden egzersiz olsun diye kaplıcada yüzmek çok keyifliydi. İnsanların olmadığından emin olunca 24 metre kare kaplıcada yüzmek bana zevk veriyordu. Bir gün neşeyle üçüncü kattan inip bugün de yüzebilir miyim acaba diye giriş alanına göz atınca siyah harflerle “Kaplıcada yüzmek yasaktır,” yazılmış büyük bir tabela gördüm. Kaplıcada çok fazla yüzen olmadığından bu tabela özellikle benim için yapılmış olmalıydı. Ondan sonra yüzmekten vazgeçtim. Vazgeçtim vazgeçmesine ama okula gelince tahtada “Kaplıcada yüzmek yasaktır,” yazdığını gördüm. Çok şaşırdım. Nedense öğrencilerin hepsinin sadece beni izlediklerini hissettim. Keyfim kaçtı. Öğrenciler ne derse desin, yapmak istediğim şeyden vazgeçecek biri değildim. Neden böyle ufacık, boğucu bir yere geldiğimi düşündükçe perişan oluyordum. Bir de üstüne eve dönünce her zamanki antikacı vardı.
Dördüncü Bölüm
Okulda gece nöbeti vardı. Öğretmenler dönüşümlü olarak okulda kalıyordu ancak Tanuki ve Kırmızı Gömlek istisnaydı. Nasıl oluyor da bu ikisi sorumluluktan kaçabiliyor diye sorduğumda Sonin sistemi30 yüzünden olduğu söylendi. Tatmin edici bir sebep değil. Fazla maaş alıp az saat çalışmak, üstüne de gece mesaisinden kaçmak ne adaletsizlik ama! Bencilce kurallar koyup bir de olması gereken buymuş gibi davranıyorlardı. Ah! Gerçekten de oldukça utanmaz olabiliyorlar. Bu konuda bir hayli şikâyetim vardı. Oklukirpi’nin görüşüne göre tek başıma şikâyetleri sıralasam da değişen bir şey olmayacakmış. Bir iki kişi dürüst olsaydı işler değişebilirdi. Oklukirpi beni bir İngiliz sözüyle uyardı: “Might is right.”31 Anlamamıştım. Ne demek istediğini sordum, bu sözün güçlü insanların haklı olduğu anlamına geldiğini söyledi.
Güçlü insanların her zaman haklı olduğunu eskiden beri biliyorum. Oklukirpi’nin bana bunu tekrar açıklaması gereksizdi. Güçlü insanların haklı olmasıyla gece nöbeti farklı konulardı. Tanuki ve Kırmızı Gömlek’in güçlü insanlar oldukları da nereden çıkmıştı? Tartışmayı bir kenara bırakırsak sonunda gece nöbeti için sıra bana gelmişti. Genel olarak titiz biri olduğumdan kendi yatak örtüm ve yorganım olmazsa rahatça yatıp uyuyamam. Çocukken arkadaşlarımın evinde neredeyse hiç kalmadım. Arkadaşlarımın evinde bile rahatsızken okulun gece nöbeti daha kötü olmalıydı. Kötü bile olsa, 40 yenlik maaş için yapmam gerekenlerden biri de gece nöbeti olduğundan yapacak başka bir şeyim yoktu. Sabredip görevimi yerine getirmek zorundaydım.
Öğretmenler ve öğrenciler evlerine dönünce tek başıma kalakaldım. Zaman bir türlü geçmiyordu. Nöbetçi öğretmen odası, sınıfların arkasında yatakhanelerin batı ucundaki tek odaydı. Şöyle girip bakmıştım. Batan güneş doğrudan odaya vurduğu için o kadar boğucuydu ki bir saniye kalmak mümkün değildi. Bu kırsal bölgeye sonbahar gelse bile sıcaklık fazla değişmiyordu anlaşılan. Öğrenci yurdunun gönderdiği akşam yemeğini yiyip bitirmiştim ancak tatsız olmasına hayret etmiştim. Öğrenciler sürekli böyle yemekler yiyip nasıl bu kadar hareketli olabiliyorlardı? Hele bir de telaş içinde 16.30’da yedikleri akşam yemekleri aklıma gelince birer kahraman olduklarını düşünmeden edemedim. Yemeği yedim ama henüz hava kararmadığından uyuyamazdım. Bir an için kaplıcaya gitmek istedim. Gece nöbetçisinin dışarı çıkmasına izin verilip verilmediğini bilmiyordum ama böyle boş boş oturmak ağır hapis cezasına denk bir acı verdiğinden dayanamadım. Okula ilk geldiğim zaman görevli kişiyi sorduğumda bekçi kısa süreliğine bir iş için dışarı çıktığını söylemişti ve garip bulmuştum. Şimdi sıra bana geldiğinde aniden anlamaya başladım. Dışarı çıkmakta haklıydı. Bekçiye, “Biraz dışarı çıkacağım,” deyince “Ne işiniz vardı efendim?” diye sordu. “Bir işim yok, kaplıcaya gideceğim,” diye cevap verip hemen ayrıldım. Kırmızı havlumu pansiyonda unuttuğumdan maalesef bugün kaplıcanın havlularından ödünç almam gerekecekti.
Rahat rahat kaplıca havuzuna girip çıktım. Sonunda hava kararınca trene binip Furimaçi İstasyonu’nda indim. Okul, dört sokak ötedeydi. Yavaşça yürümeye başladığımda karşı taraftan Tanuki yaklaşıyordu. Tanuki buradan trenle kaplıcalara gitmeyi planlıyor olmalıydı. Hızlı hızlı yürüyüp gidiyordu fakat yanımdan geçmek üzereyken beni görüp selam verdi. Birden aşırı derecede ciddileşerek “Senin bu gece nöbetin yok muydu?” diye sordu. Sormasına gerek yoktu. İki saat önce gelip “İlk kez gece nöbeti tutacaksın değil mi? Özenli çalışman için teşekkür ederim,” diyerek şükranlarını sunmamış mıydı? Anlaşılan müdür olduğundan lafı dolandırmayı seviyordu. Çok sinirlendiğimden “Evet, var. Bu gece nöbetçiyim bu yüzden geceyi okulda geçirmek için geri dönüyorum,” deyip onu geride bırakarak yürümeye başladım. Tatemeçi Sokağı’nın köşesine geldiğimde bu sefer Oklukirpi’yle karşılaştım. Ne kadar küçük bir yer burası. Yürürken kesinlikle biriyle karşılaşıyorsun. “Hey! Senin gece nöbetin yok muydu?” diye sordu. “Evet, var,” diye cevap verdim. “Gece nöbetinde düşüncesizce etrafta gezmen uygunsuz değil mi?” dedi. “Hiç de uygunsuz değil. Asıl etrafta gezmemem uygunsuz,” dedim olanca dikbaşlılığımla. “İhmalkârlığın sorun olabilir. Müdür ya da Müdür Yardımcısı’yla karşılaşırsan sıkıntı yaşarsın,” dedi. Böyle şeyler söylemesini hiç beklemezdim.