Yatarken 600 yeni nasıl kullanacağımı düşündüm. Ticaret yorucuydu ve başarılı olamayacağım kesindi. Hem zaten elimdeki 600 yenle ticaret gibi bir iş yapmam mümkün değildi. Başarılı olsam bile şu an sadece ortaokul mezunuydum ve bu durum ileride utanmama yol açardı. Okul harcamalarında kullanıp eğitimime devam etmeye karar verdim. 600 yeni üçe bölüp her yıl 200 yen kullanırsam üç yıl daha okuyabilirdim. Üç yıl boyunca elimden geleni yaparsam bir şeyler başarabilirdim. Bundan sonra hangi okula gideceğimi düşündüm fakat derslerden hiçbirini sevmiyordum. Özellikle yabancı dili ve edebiyatı hiçbir şekilde istemiyordum. Önüme modern şiir koyduklarında 20 satırın içinden tek birini bile anlamıyordum. Her halükârda sevmediğim bir şey olacağından hangisini seçersem seçeyim aynı olacağını düşündüm. Neyse ki fizik okulunun önünden geçerken öğrenci alım duyurusunu fark ettim. Bunun kaderim olduğunu düşünüp hemen içeri girdim, duyurunun bir kopyasını alıp kayıt işlemlerini yaptırıverdim. Şimdi düşününce o anki hareketimin atalarımdan miras aldığım pervasızlığımdan doğan bir hata olduğunu anlıyorum.
Üç yıl boyunca herkes kadar çalıştım fakat özellikle öne çıkan bir yönüm olmadığından her zaman sınıfın en başarısızlarından biriydim. Yine de inanılmaz bir şey oldu ve üç yılın sonunda mezun oldum. Ben bile durumu garip buldum fakat itiraz etmeden diplomamı aldım.
Mezuniyetimden sekiz gün sonra müdürden çağrı gelince ne istiyor acaba diye düşünerek yanına çıktım. Şikoku’daki bir ortaokulda matematik öğretmenine ihtiyaç varmış. Aylık 40 yen ödeyeceklermiş. Gitmek ister misin diye sordu. Üç yılımı okuyarak geçirmiştim ama doğruyu söylemek gerekirse öğretmen olmaya ya da kırsala gitmeye hiç niyetim yoktu. Gerçi öğretmenlik dışında yapabileceğim bir şey de yoktu. Hal böyle olunca teklifi hemen kabul ettim. Bu da miras aldığım pervasızlığımın kötü sonuçlarından bir diğeriydi.
Öğretmenliği kabul ettikten sonra görev yerime taşınmak dışında bir seçeneğim yoktu. Son üç yılımı yedi metre karelik evde geçirmiştim ve en ufak bir sorun yaşadığım olmamıştı. Oradaki günlerim kavga da etmeden bitmişti. Ömrümün nispeten en tasasız dönemiydi. Yine de bu küçük evimden ayrılmak zorundaydım. Doğduğumdan beri Tokyo’dan dışarı tek çıkışım, sınıf arkadaşlarımla Kamakura’ya geziye gittiğimiz zamandı. Bu kez gideceğim yer Kamakura’dan çok daha uzaktı. Haritadan bakınca sahilde, iğne ucu kadar küçük görünüyordu. Saygın bir yere benzemiyordu. Nasıl bir şehir olduğunu ve orada ne tür insanların yaşadığını bilmiyordum. Ama kaygılanmıyordum. Endişeye gerek yoktu. Sadece gidecektim. Yolculuk biraz yorucu olacaktı, o kadar.
Evi boşalttıktan sonra da ara sıra Kiyo’nun yanına giderdim. Yeğeni beklediğimin aksine iyi biriydi. Gittiğim her seferinde eğer evdeyse çeşitli yollarla misafirperverliğini gösterirdi. Kiyo da beni yeğeninin yanında öve öve bitiremezdi. Okuldan mezun olunca Kojimaçi yakınlarında ev alacağımı ve devlet dairesinde iş bulacağımı söyleyip duruyordu. Benim adıma yaptığı planları dinlerken utanır, kıpkırmızı olurdum. Bu sadece bir iki kez yaptığı bir şey de değildi. Ara sıra konuyu küçükken yatağı ıslatmama kadar getirdiğinde şaşkına dönerdim. Kiyo’nun övgülerini dinlerken yeğeni ne düşünüyordu bilmem. Kiyo geri kafalı bir kadın olduğu için benimle arasında feodal zamanlardaki türden bir efendi-uşak bağı olduğunu düşünüyordu. Görünüşe bakılırsa yeğeninin de efendisi olduğumu düşünüyordu. Yeğeni için ne utanç verici bir durum!
Düzenlemeler yapılmıştı. Gideceğim tarihten üç gün önce Kiyo’nun kuzeye bakan, dört buçuk metre karelik odasını ziyaret ettim. Nezle olmuş yatıyordu. Benim geldiğimi görünce hemen kalkıp “Küçükbey, ne zaman bir ev tutacaksın?” diye sordu. Mezun olunca paranın cebime kendiliğinden dolacağını sanıyordu. Seçkin biri olduğuma inanırken beni hâlâ Küçükbey diye çağırması oldukça saçmaydı. Kısaca, şimdilik bir evimin olmadığını söyledim.
Kırsal bölgeye gittiğimi duyunca epeyce hayal kırıklığına uğradı. Dağılan gri zülüflerini dikkatlice düzeltti. Onun için üzülüyordum. “Gidiyorum ama yakında döneceğim. Gelecek yaz tatilinde kesinlikle burada olacağım,” diyerek teselli etmeye çalıştım. Yine de garip bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. “Ne hediye alayım gelirken? Ne istersin?” diye sorunca, “Eçigo’nun bambu yaprağına sarılmış tatlı pirinç jölesini yemek istiyorum,” dedi. Böyle bir tatlı hiç duymamıştım. Her şeyden önce Eçigo gideceğim yerin çok uzağındaydı. “Benim gideceğim kırsal bölgede o tatlıdan olacağını sanmıyorum,” dediğimi duyunca “Hangi yöne gidiyorsun ki?” diye sordu. “Batıya,” deyince, “Hakone’den önce mi sonra mı geliyor?” diye sordu. Artık zor sabrediyordum.
Trenin kalkacağı sabah gelip bana yardım etti. Gelirken yol üzerinde çeşitli şeyler satan bir dükkâna uğrayıp diş macunu, kürdan, el havlusu satın alarak keten çantama koydu. Bunlara ihtiyacım yok desem de bir türlü ikna edemedim. Çekçeğe binip istasyona geldik. Demiryolu platformuna çıkarken gözlerini yüzümden ayırmadan kısık sesle, “Tekrar bir araya gelir miyiz bilinmez. Kendine iyi bak,” dedi. Gözleri yaşla doldu. Ben ağlamadım fakat ağlamak üzereydim. Tren hareket etti. Artık iyiyim diye düşünüp başımı pencereden uzattım, geriye baktım. Hâlâ ayakta duruyordu. Öyle küçük görünüyordu ki…
İkinci Bölüm
Buharlı gemi ıslık çalıp durunca mavna10 kıyıdan ayrılıp gemiye yanaştı. Kayıkçı beline bağladığı kırmızı peştamalı dışında tamamen çıplaktı. Barbar bir yerdi. Gerçi bu sıcakta da kimono giyilmezdi zaten. Güneşte su öyle parlıyordu ki bakanın gözlerini kamaştırıyordu. Gemi görevlisine sordum, benim de orada ineceğimi söyledi. Görünüşe bakılırsa burası Omori büyüklüğünde bir balıkçı köyüydü. Biri bana şaka yapıyordu sanki. Böyle bir yere dayanabilir miyim acaba diye düşünsem de karaya çıkmaktan başka seçeneğim yoktu.
Büyük bir enerjiyle gemiden ilk atlayan ben oldum. Peşimden beş altı kişi daha indi. Mavnaya dört büyük kutu da yüklenince kırmızı peştamallı adam kıyıya doğru kürek çekmeye başladı. Kıyıya varınca yine herkesten önce atlayıp sahilde duran sümüklü bir veledi yakaladım, ortaokulun nerede olduğunu sordum. Bana boş boş bakıp bilmediğini söyledi. Taşralı işte! İnsan bir karışlık şehirde ortaokulun yerini bilmez mi? O esnada dar kollu bir kimono giyen tuhaf bir adam gelip “Beni takip et,” deyince peşinden gittim. Minatoya adında bir hana getirdi beni. Nahoş kadınlar hep birlikte “Hoş geldiniz,” deyince girmekten korktum. Girişte durup ortaokulun yerini sordum. “Buradan trenle sekiz kilometre gitmen gerek,” dediklerinde içeri girme düşüncesi beni iyice rahatsız etti. Dar kollu kimono giyen adamdan iki valizimi geri alıp yavaşça yürümeye başladım. Handakiler şaşkınlıkla bana baktılar.
Tren istasyonunu hemen buldum. Kolayca da bilet aldım. Bindiğim tren kibrit kutusu gibiydi. Daha bineli beş dakika olmuştu ama inme zamanım gelmişti bile. Biletin sadece üç sen11 olmasının sebebini şimdi anlamıştım. Trenden indikten sonra çekçek kiralayıp okula geldiğimde dersler çoktan bittiğinden etrafta kimse yoktu. Bekçi, gece görevli olan öğretmenin kısa süreliğine bir iş için dışarı çıktığını söyledi. Gece görevlisi öğretmen son derece rahat biri olmalıydı. Müdürü aramayı düşündüm ama çok yorgun olduğumdan çekçeğe binip sürücüye beni bir hana götürmesi talimatını verdim. Sürücü hızlı