Küçükbey
Biyografi
Natsume Sōseki1 (Gerçek adı Natsume Kinnosuke; 9 Şubat 1867-9 Aralık 1916) modern Japon romanının en önemli temsilcilerinden biridir.
O zamanlar Edo adıyla anılan Tokyo şehrinde, halihazırda beş çocuğu olan bir ailede dünyaya gelen yazar, kendisini istemeyen anne babası tarafından çocuksuz bir aileye evlatlık olarak verildi. 9 yaşına geldiğinde kendisini evlat edinen çiftin boşanması üzerine öz anne babasının yanına dönmek zorunda kaldı.
Okulda Çince ve İngilizce öğrenirken Çin ve İngiliz edebiyatlarıyla da ilgilenmeye başladı; 15 yaşına geldiğinde, ileride yazar olmak istediğine karar vermişti. Ailesi bu kararına şiddetle karşı çıkınca Tokyo Kraliyet Üniversitesi’nde mimarlık öğrenimine başladı.
1887’de tanıştığı şair Masaoka Shiki’den haiku2 yazmayı öğrendi. Yine o tarihlerde yazdıklarını “Sōseki” (Çincede “inatçı” anlamında kullanılan bir ifade) mahlasıyla imzalamaya başladı. 1890 yılında aynı üniversitenin İngiliz Edebiyatı bölümüne girdi; okulu bitirdikten sonra bir lisede İngilizce öğretmenliği yaparken üniversitedeki akademik çalışmalarını da sürdürdü. Japon hükümeti tarafından İngiliz edebiyatı araştırmaları için iki yıllığına Londra’ya gönderildi. Burada oldukça zor günler geçiren yazar, psikolojik sorunların da baş göstermesi üzerine ülkesine geri döndü, üniversitedeki görevinden de ayrıldı.
Edebiyat dünyasına haikularla giren Natsume Sōseki, bir süre renku ve haitaishi türünde şiirler yazmaya devam etti. 1905 yılında Ben Bir Kediyim adlı ilk romanının yayımlanmasıyla adını duyurmaya başladı. İlk romanlarından bir diğeri olan Küçükbey (Botchan) ilk olarak 1906 yılında yayımlandı. Yazarın öğretmenlik deneyimlerinden de izler taşıyan roman, günümüzde Japonya’da en çok okunan romanlardan biridir.
2000’li yıllarda dünya çapında ün kazanan Natsume Sōseki’nin yazdıkları bugün 30’dan fazla dile çevrilmiş durumdadır. Siyasetbilimci Kang Sang-jung’un “Natsume Sōseki bugün yüz yüze geldiğimiz sorunları yıllar önce tahmin etmişti, geleceğe dair öngörüleri onu önümüzdeki yıllarda daha da ünlü bir edebiyatçı haline getirecek,” diye söz ettiği yazar, 49 yaşında mide ülseri sebebiyle yaşamını yitirmiştir. 1984 yılında fotoğrafı banknotlara basılan Natsume Sōseki, yakın tarihin neredeyse bütün büyük Japon yazarlarını derinden etkilemiştir.
Birinci Bölüm
Ailemden miras aldığım pervasız tabiatım yüzünden çocukluk dönemimde zarar ve ziyandan başka bir şey yoktu. İlkokuldayken okulun ikinci katından aşağı atlamış, kalça çıkıklığından bir hafta kadar yatmak zorunda kalmıştım. Aranızda neden böyle bir düşüncesizlik yaptığımı merak eden olabilir. Özel bir sebebi yoktu. Yeni binanın ikinci katından boynumu uzatırken sınıf arkadaşlarımdan biri “Böbürlenip duruyorsun ama buradan aşağı atlayamazsın. Korkak tavuk!” diye alay ettiği için yaptım. Eve hademenin sırtında dönünce babamın gözleri kocaman açılmıştı. “Ne biçim çocuksun, hangi aptal ikinci kattan atladığı için kalçası çıkar?” dediğinde “Bir dahaki sefere kırık çıkık olmadan atlayabileceğimi göstereceğim,” diye cevap vermiştim.
Akrabalarımdan birinin verdiği batı tarzı parlak bir çakının ağzını güneşe tutmuş arkadaşlarıma gösterirken biri, “Parlak olmasına parlak ama iyi kesiyormuş gibi görünmüyor,” dedi. “Kesemeyeceği şey var mı ki? Her şeyi kesebileceğini garanti ediyorum,” dedim. “Öyleyse parmağını kesip göster,” dedi bana. “Parmak mı? Öyle olsun,” deyip sağ elimin başparmağını verev şekilde derince kestim. Neyse ki çakı küçüktü ve başparmağımın kemiği sertti de bu sayede hâlâ bir başparmağım var. Gerçi yara izi ölünceye kadar silinmeyecek.
Bahçemizin yirmi adım doğusunda, güneye uzanan küçük bir sebze bahçesi vardı ve ortasında bir kestane ağacı yükseliyordu. Kestaneler canımdan daha kıymetliydi. Olgunlaştıkları zaman, sabah uyanır uyanmaz arka kapıdan çıkar, düşenleri toplayıp okulda yerdim. Sebze bahçesinin batı tarafında Yamaşiroya denen tefecinin bahçesi vardı. Bu tefecinin Kantaro adında on üç, on dört yaşlarında bir oğlu vardı. Kantaro kesinlikle çelimsizin tekiydi ama yine de bambu çitlerin üzerinden atlayıp kestaneleri çalmaya gelirdi. Bir gün, akşam vakti katlanır kapının gölgesine saklanmış, sonunda onu yakalamıştım. Kaçış yolu bulamamış, olanca gücüyle üzerime atlamıştı. Rakibim benden iki yaş büyüktü. Korkaktı ama güçlüydü de. Dazlak başını göğsüme dayayıp güçlü bir şekilde ittiği sırada başı kayıp çizgili kimonomun kolundan içeri girdi. Engel olduğundan elimi kullanamadım. Düşünmeden elimi sallayınca Kantaro’nun başı sağa sola yalpalayarak sallandı. Kıyafetimin içinden kolumu ısırdı. Canım yanınca onu çitlere doğru itip çelme takarak karşı tarafa düşürdüm. Yamaşiroya’nın toprağı, sebze bahçemizden yaklaşık 180 cm alçaktaydı. Kantaro, bambu çitin üst kısmını kırıp kendi taraflarına tamamen baş aşağı düşerken “Ah!” diye ses çıkardı. Düşerken kimonomun kolunu da koparınca kolum aniden serbest kaldı. O akşam annem, Yamaşiroyaların evine özür dilemeye gitti, gelirken kimonomun kolunu da geri getirdi.
Bunların dışında bir sürü yaramazlık da yaptım. Marangoz Kaneko ile balık satıcısı Kaku’yu yanıma alıp Mosaku’nun havuç tarlasını harap ettim. Yeni yeni yeşeren havuç filizlerini korumak için tarlaya saman sermişlerdi, biz de bu samanların üzerinde yarım gün boyunca sumo güreşi yaptığımız için bütün filizler ezilivermişti. Furukava adındaki kişinin çeltik tarlasındaki su kuyusunun borusunu tıkadığım için şikâyete gelindiği de olmuştu. İçi oyulmuş kalın bir Moso bambusu toprağa gömülmüş, içinden de su fışkırıyordu. Bu borular, çeltik tarlasına su sağlayan bir düzenekmiş meğer. O zamanlar bu düzeneğin ne işe yaradığını bilmediğimden taş ve sopa parçalarını su borusuna sıkıştırıp doldurdum. Suyun akmadığına emin olunca da eve geri döndüm. Yemek yerken gelen Furukava öfkeden kıpkırmızı olmuştu, fırtına gibi esip gürledi. Yanılmıyorsam ailem maddi zararını karşılayıp konuyu kapadı.
Babam beni biraz olsun sevmezdi. Annemin gözdesiyse sadece ağabeyimdi. Ağabeyimin solgun bir yüzü vardı. Tiyatroyu sever, genelde kadın karakterleri canlandırırdı.
Babam beni her gördüğünde, “Bu çocuk asla adam olmayacak,” derdi. Annem, “Şiddet, şiddet, başka bir şey yok. Bu çocuğun geleceği hakkında endişeliyim,” derdi. Gerçekten de bir baltaya sap olamadım. Sonuç gördüğünüz gibi. Geleceğim konusunda endişelenmekte haksız değillermiş. Eh, neyse ki en azından hapse düşmedim.
Annem hastalıktan ölmeden iki ya da üç gün önce, mutfakta takla atıp sırtımı kuzineye çarpmıştım ve canım bir hayli acımıştı. Annem çok sinirlenmişti. Bana “Yüzünü bile görmek istemiyorum,” dediği için akrabalarımızın yanına kalmaya gitmiştim. Kısa bir süre sonra öldüğü haberi geldi. Bu kadar çabuk ölebileceğini düşünmemiştim. Hastalığının bu kadar ciddi olduğunu bilseydim daha uslu olurdum diye düşünerek eve geri döndüm. Ağabeyim itaatsiz olduğumu, benim yüzümden annemin erkenden öldüğünü söyledi. Sinirlenip ağabeyime tokat atınca epeyce azarlandım.
Annemin ölümünden sonra babam ve ağabeyimle birlikte üç kişi yaşamaya başladık. Babam hiçbir şey yapmayan bir adamdı. Beni her gördüğünde “Seni işe yaramaz serseri,” derdi. Neden işe yaramaz olduğumu hâlâ bilmiyorum. Tuhaf biriydi.
Ağabeyim işadamı olacağını söyler, sürekli İngilizce çalışırdı. Kadınsı ve kurnazdı. Bu yüzden anlaşamıyorduk. Neredeyse her on günde bir kavga ederdik. Bir keresinde şogi3 oynarken alçakça şahımın önünü kesmiş, ben zor duruma düşünce mutlu olup alay etmişti. Çok sinirlendiğim için elimde tuttuğum şogi taşını iki kaşının arasına fırlattım. Alnının ortası yarılınca biraz kan aktı ve gidip babama yetiştirdi. Babam beni evlatlıktan reddedeceğini söylemeye başladı.
O zaman artık yapacak hiçbir şey olmadığını kabullenip evlatlıktan reddedilmeye hazırlandım fakat on yıldır bize hizmet eden Kiyo ismindeki hizmetçimiz ağlayarak affedilmem için yalvarınca babamın öfkesi yatıştı. Olanlara rağmen babamdan korkmuyordum. Öte yandan Kiyo için üzülüyordum.
Duyduğuma