“İyi şanslar ve iyi koparmalar,” dedi annem.
Babamın kendisiyle yolu kesişen hemen herkesi etkisi altına alan bulaşıcı bir coşkusu vardı. Ama Bayan Dobbs’a işlemiyordu bu.
Bizim nazik jestlerimize, çay davetlerimize, babamın kendi alanında ünlü biri olduğu gerçeğine daima kayıtsız kalmayı başardı. Her zaman kibardı – nasılsınız, evet ne güzel bir gün sahiden – ama kibarlığı da asgari zorunluluğun bir milim ötesine geçmezdi.
Anlayabildiğimiz kadarıyla yalnız yaşıyordu, çocuğu ya da akrabası yoktu. Komşular kocasının 1981’de öldüğünü söyledi. Henry Dobbs diye ünlü bir konser piyanistiymiş ve mülayim bir adammış. Piyano çalışını sık sık duyarlarmış, adam hakikaten iyiymiş. Bunun doğru olduğunu biliyorum, zira babam merhum kocanın kim olduğunu öğrenir öğrenmez iki plağını satın almış ve kocasının Schubert yorumunun Bayan Dobbs’ı ayartıp bizim eve çekeceğini umarak plakları pikabın sesini sonuna kadar açarak çalmaya başlamıştı.
O Schubert plağını hâlâ daha hatırlarım. Ön yüzünde Henry Dobbs’ın bir fotoğrafı vardı: Kır saçları yüzünü yele gibi çevreleyen bir adam, piyanonun başında oturuyor. Fotoğrafın altındaysa babamın yüksek sesle okumaktan hoşlandığı bir alıntı: “Dobbs’ın üstün virtüözlüğü insanın içine işleyen müzikalitesini asla gölgede bırakmıyor. Glenn Gould’un bir vârisi olsaydı bu ancak Henry Dobbs olabilirdi.”
“Akıl alır şey değil!” diye bağırırdı babam. “Düşünsene, bu kadar etkileyici bir adam o sımsıcakkanlı, latif hatunla evliymiş.”
Ama Gould’un veliahtının oturma odamızın penceresinden bangır bangır yayılan icrası babamı amacına ulaştırmak bir yana, hepten akamete uğrattı, çünkü artık Bayan Dobbs babamla karşılaştığında onu bir şekilde gücendirmişçesine merhaba demeyi bile çok görür olmuştu. Böylece babam merhumun plaklarını çalmayı bıraktı, dahası üstünden bir yük kalktığını ilan etti, zira Dobbs aslında pek de müthiş bir piyanist değildi, neden boşuna uğraşsındı ki onunla.
Arada sırada Bayan Dobbs’ın misafirleri olurdu. Bir keresinde sokak kapısının önünde bastonlu zarif bir beyin durduğunu gördüm. Adam girmeden ayaklarını paspasa sildi. Bu konuklar arasında yaşlıca bir kadın da vardı. Bir de yanında kemanıyla gelen ve yanlışlıkla bizim zilimizi çalan genç bir adam.
“Flora Dobbs burada mı oturuyor?” diye sordu belirgin bir aksanla.
Ona doğru evi işaret ettim. “Alman aksanıydı o,” dedi annem adam gider gitmez. “Demek Almanya’yla bir bağlantısı var kadının.”
Eve geldiğinde bunu babama da anlattık. “Adı Flora’ymış,” dedim ona, “ve anneme göre Flora’nın Almanya’yla bir bağı varmış.”
“Almanya mı?” Yüzü düştü. “Kraut6 demek. Tabii ya. Bu her şeyi açıklıyor.”
“Neyi açıklıyor?” diye sordum.
“Boş ver,” dedi babam iç çekerek.
“Bence Kraut değil,” dedi annem gözünü karartıp. “Konuşurken duydum onu, Alman şivesi yok.”
Babam anneme döndü. “Konuşurken mi duydun? Üç kelimeden fazla etti de bizim mi haberimiz yok?”
Annem biraz düşündü. “Kaç kelime ettiğini tam hatırlayamıyorum,” dedi nihayet.
İncir çekirdeğini doldurmayan bu konuyu neden bu kadar büyüttüklerini anlayamıyordum. Bayan Dobbs’ın Almanya ya da başka bir şeyle alakası olup olmaması umurumda değildi. Benim gözümde erkek kardeşimle okula giderken yolda rastladığımız, dökümlü etekler giyen ve tıpkı bizim gibi Notting Hill’in pisçe bir sokağında oturan bir hanımdan ibaretti sadece. Yağmur yağdığında minyon vücuduna oranla aşırı büyük duran bir şemsiye taşırdı. Toplu taşıma araçlarını kullanırdı. Bunu biliyorduk, çünkü onu 31 numaralı otobüse kendini atmaya çalışırken görürdük sık sık. Onu özellikle ilginç bulduğumuz yoktu. En azından bizim gözümüzde yaşlıydı, ayrıca kaba ve soğuktu.
Kardeşim Ben onu otobüse binerken gördüğünü söyleyince, “Acaba nereye gidiyor, merak ediyorum,” dedi annem.
Omuz silktim. “Bilmem. Hem kime ne ki nereye gittiğinden?”
“Ne bileyim, kadının gizemli bir tarafı var, onu söylüyorum sadece,” dedi annem.
Zaman içinde annemle babam tahmin yürütmekten vazgeçti. Yıllar geçip de erkek kardeşimle ben giderek büyüyüp daha zayıf, daha sivilceli yeniyetmelere dönüşürken Flora Dobbs hiç değişmez, hep olduğu yerde sayar gibiydi: yaşı kestirilmez, geçmişte takılıp kalmış ve rahat bırakılmaktan başkaca bir şey istemeyen gizemli bir kadın.
1986 yılında St Paul Okulu’ndan lise üçüncü ve dördüncü sınıf için bir kabul mektubu aldım. On altı yaşındaydım ve sevinçten deliye dönmüştüm. Eve döndüğümde babam bir şişe şampanya açtı ve annemin kardeşimle benim içki içmek için çok küçük olduğumuzu hatırlatması gerekti babama. Bunun üzerine şampanyayı annemle babam içti. Ben’in bir okul gezisi için Fransa’ya gitmek üzere ertesi sabah erkenden kalkması gerekse de hep beraber arabaya atlayıp bu haberi kutlamak üzere yakındaki bir Fransız bistrosuna gittik.
Ben’in suratı çoğun olduğu üzere sirke satıyordu, taşkınlık yapıp terbiyesizlik ederek değilse de sessizliğinin zalimliği marifetiyle neredeyse bütün geceyi mahvedecekti.
Ben’in küçük bir çocukken tanık olduğu şey bir kimyasal gibi içine yerleşmişti. Kişiliğinin dengesi temellerinden sarsılmıştı ve delikanlılığa adım attığı o yıllarda söz konusu dengesizlik DNA’sının bir parçası haline gelmişti.
Erkek kardeşimin hastalıklı bir bitki gibi büyümesini izledim. Köklerinin nasıl birbirine dolandığını ve çarpıldığını, gençliğinin tomurcuklanmasına nasıl ket vurulduğunu, sürgünlerinin azgın bir sarmaşığın pençesinde nefessiz kalışını gördüm. Yine de güzel çocuktu. Hep de öyle olacaktı. Ne var ki güzelliği suçluluk duygusuyla lekelenmişti. Derinlere nüfuz etmiş, adeta çimento misali katılaşmış bir suçluluk duygusu. Nadiren iletişim kurardı. Yürürken, konuşurken, yemek yerken başını önüne eğik tutardı. Bu halinden sıyrıldığı anlar olurdu olmasına ama bunlar çok azdı. Gelip çattıklarında da onlara dört elle sarılır, Ben’i elimizden geldiğince konuşturmaya, sohbete dahil etmeye, onu güldürmeye, ona sorular sormaya ve zihninin dokunaçları onu gerisingeri beyninin cehennemî, dilsiz kıvrımları arasına çekmeden onun sevdiğimiz yanını elimizde tutmaya çalışırdık.
Buna seyirci kalmak ıstırap vericiydi. Annemin yüzünde daha önce orada olmayan çizgiler görebiliyordum. Evin dışında hayat dolu bir adam olan babam kendi oğlunun yanında gergindi. Ben’in o çukurdan kendi başına çıkacağına dair anne babamı temin ettim. “Yeniyetmelerin çoğu bu gibi durumlardan düze çıkıyor,” diye ekledim, gerçi bu dediğimin ne kadar doğru olduğunu ben de merak ediyordum. Ne de olsa kendim de bir yeniyetmeydim.
“Tabii ki zamanla üstünden atacak bu hali,” dedi annem moral aşılamaya çabalar bir edayla.
“Öyle mi diyorsun?” diye geveledi babam.
Fakat yaklaşık beş senenin sonunda Ben’in davranışı yorgun anne babamın tüm enerjisini tüketmişti. Annemle babamın endişelerini paylaşmakla birlikte,