Ezra’nın Lotta diye bir arkadaşı var, kadın Berlinli bir müzikolog. Evinin kapısı daima açık ve her cuma gecesi insanlar aç bir arı sürüsü gibi içeri üşüşür, girip çıkan belli olmaz. Lotta otuzlu yaşlarının başında, uzun siyah saçlı, esmer tenli, kültürlü, çekici bir kadın. Klarnetçi kocası yakın zamanda onu başka bir kadın uğruna terk etmiş, şimdi de kadın Lotta’nın eski kocasından çocuk bekliyormuş. Lotta bir süre akrabalara ve arkadaşlarına kapılarını kapamış ama artık yeniden açtı onları. “Belki bebeğim yok ama o piç kurusundan bir ev kaptım,” diyor.
İnsan Lotta’nın salonuna adımını attığında piyano çalan ya da şiir okuyan birileriyle karşılaşır illa. Almanca, İbranice ve İngilizce sohbetler döner – bazen de Rusça veya Fransızca. Sık sık onun evinde yatıya kalırlar, çünkü Kudüs’te ucuz otel bulunmaz ve pek az kişinin evinde telefon olduğundan ona önceden haber verme imkânı da yoktur. Biri Lotta’dan söz ederken, “Evi adeta bir kültür kulübü,” demişti bir keresinde. “Ama herkes üye olamaz.”
Ezra olmasa bu seçkin kulübe üye olabilir miydim diye merak ederim hep. Lotta’yla arkadaş olmak isterdim. Etkileyici buluyorum onu. Yazıyor, şarkı söylüyor, birkaç dil birden konuşuyor, bende olmayan her şey var onda. Öte yandan soğuk bir tarafı da var ya da belki bana öyle geliyordur. Onunla birkaç kez konuşmaya çalışıyorum ama her seferinde aklı başka yerdeymiş, sanki başka birisiyle konuşmayı yeğlermiş gibi duruyor. Ezra bir keresinde onun kendisine “bir nevi âşık” olduğundan söz etmişti. “Bir nevi” derken neyi kastettiğini merak ediyorum ama bunu ona sormayacak kadar akıllıyım. Ayrıca biliyorum ki elimden gelse Lotta’nın benden daha çok hoşlanmasını sağlardım. Ona daha sert yanımı gösterirdim.
Fakat onunla ilgili bir şey her seferinde basiretimin bağlanmasına neden oluyor.
Ezra’nın Fransızcası iyi, o yüzden birlikteyken Fransızca konuşuyoruz. “Yitik İmparatorluk aksanı” adını verdiğini belli belirsiz bir aksanı var. “Senin Paris’inin aksine,” diyor, “benim geldiğim yer artık yok.”
“Paris varlığını sürdürüyor olabilir ama artık benim değil, ayrıca yara bere içinde.”
“İyileşir merak etme,” diyor Ezra. “Fransa daima iyileşir.”
“Evet, doğru,” diye hak veriyorum ona. “Kibir Fransız milli ruhunun öylesine içine işlemiş ki, dünya yerinden oynasa o sarsılmaz.”
“Annenle baban kibirli miydi?” diye soruyor, bir anda gafil avlanıyorum bu soru karşısında. Bilakis, kibirle uzaktan yakından alakaları yoktu. Kendi hallerinde, çalışkan, alçakgönüllü insanlardı. “Kibrin ne olduğunu bile bilmezlerdi. Fakat annem süsüne düşkün bir kadındı,” diyorum.
“O da senin gibi güzel miydi?” diye devam ediyor Ezra sormaya. “Öyle olmalı.”
“Güzeldi bence,” diye yanıtlıyorum. Annemi ve zarafetini, giyim kuşama nasıl düşkün olduğunu, o narinliğinden beklenmeyecek çıngıraklı kahkahalarını anlatıyorum. Derken onun kahkahalarını hatırlamanın içimde ağlama isteği uyandırdığını fark ediyorum, o yüzden de Ezra’ya onun Prag’da geçen çocukluğunu, annesiyle babasının nasıl insanlar olduğunu dinlemeyi yeğlediğimi söylüyorum. Babasından dem vurduğumdan yüzü biraz geriliyor. “Babamı asla gerçek anlamda tanımadığımı hissetmişimdir oldum olası,” diyor.
Ezra Prag’da, Vaclav Meydanı’na bakan eski bir sarayın içindeki bir dairede varlıklı bir ailenin oğlu olarak büyümüş. Apartman dairesinin o kadar çok odası varmış ki odalar arasında bisikletle gezebilirmiş. Evlerinde iki hizmetçi, bir de Ezra’nın taparcasına sevdiği Fransız dadısı Simone varmış. Anne babasıyla Almanca, Simone’la Fransızca konuşurmuş, küçük Ezra’nın bütün sorumluluğu Simone’daymış, zira Prag’ın ünlü güzellerinden ve sosyetenin vazgeçilmez simalarından biri olan annesi Ezra’ya zaman ayıramayacak denli meşgulmüş. Ama dediğine göre annesinin yokluğuna hiç içerlemezmiş, çünkü o annesini, annesi de onu çok severmiş ve oğlunun yanındayken “bütünüyle yanında” olurmuş. Çok zeki bir kadınmış. “Hayata karşı doymak bilmez bir iştahı olan kültürlü bir kadın,” diye anlatıyor annesini, adeta kendisinin dişi versiyonundan söz edercesine. “Evimiz daima insanla dolup taşardı, özellikle de ilkbahar ve yaz mevsimlerinde. Annemle babam sürekli davetler verirdi. Jaroslav Kvapil diye bir oyun yazarı vardı, annemin onunla bir ilişkisi oldu sanırım. Eminim babam da öyle düşünüyordu, gerçi insan tam bilemiyor, çünkü babam konuşulması zor bir adamdı – çok ketumdu, zengin bir tekstil tüccarıydı, soğuk bir adam, tıpkı kışın evimizin odaları gibi. Eve misafir geleceği zaman onlar rahat etsin diye şömineyi iki gün önceden yakmak gerekirdi. Bu yüzden davetlerin çoğu daha sıcak mevsimlerde yapılırdı. Kafka’nın anne babasıyla evimizdeki davetlerin birkaçına gelmeleri vesilesiyle tanıştım, annemi de tanıyorlardı – annemi herkes tanırdı gerçi. Herkes çok severdi onu, hatta Kafka’nın babası bile, ki hiç de hoş bir adam değildi. Onlar da bizim gibi evlerinde Almanca konuşurlardı, Franz Almanca yazıyordu ve Çekler bundan hiç hazzetmiyorlardı, Çekçe yazmasını istiyorlardı. Ama sonra bunun bir önemi kalmadı, çünkü 1924’te öldü. Hepimiz yasın Franz’ın babasının yüreğini yumuşatacağını düşündük ama hiç de öyle olmadı. O da tüccardı, babam gibi perakende giyim işindeydi ama babam gibi zarif bir adam değildi. Zorba, kaba saba bir adamdı. Anneme kalırsa dini kurallara göre kesim yapan Güney Bohemyalı dindar bir kasabın oğlu olduğundan böyleydi. ‘Anca kasap duyarlılığı var onda,’ derdi annem Hermann Kafka’dan söz ederken. İşin doğrusu annemin ne Hermann’a ne de dine tahammülü vardı. Yahudi olmamıza rağmen aile içinde bu pek konu edilmezdi. Ta ki 1938’de Vaclav Meydanı’nda dev bir Wehrmacht geçit töreni düzenlenene ve hayatımız bir anda altüst olana dek.”
Hikâyenin devamını duyma fırsatını bulamıyorum, zira Ezra onu gönderdikleri Auschwitz toplama kampının demir kapıları açılmadan hemen önce anlatmayı kesiyor. “O kapıları yeniden açmak istemiyorum,” diyor. O günlere dair bana tek söylediği önce tifüs, sonra tüberküloz kaptığı ve hayatta kalmış olduğu gerçeğinin onu daha güçlü kıldığı.
O da benim hikâyemin devamını öğrenemiyor, çünkü benimki de annemin mavi puanlı elbisesiyle, parfümünün kokusunu geride bırakarak çekip gitmesinin ardından son buluyor. Onun yokluğunun giderek derinleşen uçsuz bucaksız boşluğunu, bu boşluğu her gün nasıl savuşturduğumu anlatmaya yeltenmiyorum. Ezra’yla ben acımızı sözcüklere dökme ihtiyacı duymuyoruz genelde. Her zamanki gibi şnitzelimizle patatesimizi, üstüne de tarçın tadını belli belirsiz aldığımız strudeli yiyor, acımızı suskun bırakıyoruz.
Ezra zayıf, hem de felaket zayıf ve yirmi üç yaşından küçük gösteriyor. Konuştuğunda ve güldüğünde yanardöner bir parıltısı var. Onunla olmak silkinip kederimden sıyrılmamı sağlıyor. O yaşamaya devam edebiliyorsa ben de edebilmeliyim. “Cehennem annemle babamı yuttu ama beni sağ bıraktı. Ben talihliyim. Talih yüzünden suçluluk duyulmaz, sadece şükredilir ona,” diyor Ezra.
Ondan öğreniyorum. Onunla büyüyorum. Ezra’nın benden önce bir dolu kız arkadaşı olmuş ve yataktaki becerisi beni şaşırtıyor.
O erkek, o benim, o arzu. O şiir, o tutku ve ateş. O sigara, kösnül sözler ve ıslak parmaklar. O solgun ten, tepedeki ay gibi tıpkı.
Geceleyin kaybın dilinde, göçmüşlerin