Ben onun ilk kız arkadaşıydım, o benim ikinci öpücüğümdü. Birbirimize sarıldığımızda saçındaki briyantinin kokusu gelirdi burnuma belli belirsiz. Anlattığı hikâyelerde beni büyüleyen bir yan vardı, sadece hikâyelerinin egzotikliğinden değil, tasvirlerindeki benzetmelerin zenginliğinden de kaynaklanıyordu bu. Sikkim Himalayalarının tepesinde “buz misali bir ay”dan dem vuruyordu. Kalküta’nın çamaşır iplerinden sarkan “sarilerin balkıyan gökkuşağı”ndan ve sarilerin rüzgârda nasıl fırıldak gibi döndüklerinden söz ediyordu bana. Evini, cephesinin muson yağmurları yüzünden nasıl yol yol izlerle kaplı olduğunu anlatıyordu.
“İstersen bir gün seni Kalküta’ya götürürüm,” dedi bir keresinde bana.
Daha önce hiçbir oğlan beni bir yere götürmeyi teklif etmemişti, yanaklarıma ateş bastığını hissedebiliyordum.
Şimdi beni evine davet edişini dinlerken yanaklarıma yeniden ateş bastığını hissettim. “Evet, çok isterim. Yani sinemaya ya da şey, sizin eve filan gidebiliriz,” diye yanıtladım.
Aramızda olabileceklerin düşüncesi hem midemi heyecandan allak bullak etti hem de ayağımı yerden kesti.
“Görüşürüz,” dedi.
Son bir kez daha öpüştük ve ayrıldık. Eldivenli elim kabul mektubuna sımsıkı yapışmış halde, doludizgin bir baş dönmesinin ve aşkın esaretinde metroya yürüdüm.
Metro Ladbroke Grove durağına yanaştığında eldivenlerimin birini kaybettiğimi ve parmaklarımın soğuktan buz kestiğini fark ettim. Aceleyle eve yürüdüm. Saat beşti ve Oxford Gardens Caddesi koyu bir kış karanlığına gömülmüştü. Ben’le upuzun ve zapt edilmez rasta saçları yüzünden Merinos Mary adını taktığımız fahişe kısacık elbisesi ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla Ladbroke Grove’un köşesinde sigara içiyordu. İçimden, kim bilir ne kadar üşüyordur, diye geçirdiğimi ve ona halden anlar iki kelam etmek istediğimi hatırlıyorum ama nedense fahişelerle konuşurken uyulması gereken görgü kurallarından emin olamadığımdan bir anda basiretim bağlandı.
Eldivenli elimi kaldırıp ona çabucak el sallamakla yetindim, o da bana el salladı. Sonra sendeleyerek kararsız adımlarla St Mark’s Caddesi’ne doğru uzaklaştı. Gecenin soğuğunda topuklarının tıkırtısını duyabiliyordum, fahişelerle konuşurken uyulması gereken görgü kuralları diye bir şey muhtemelen olmadığına, hepimizin nihayetinde insan olduğumuza kanaat getirdim ve bu yüzden bir dahaki sefere Merinos Mary’ye ne olursa olsun bir şey demeye karar verdim.
Eve vardığımda insanın iliklerine işleyen bir yağmur yağmaya başlamıştı.
Zili çaldım ama kimse açmadı. Evde kimse yoktu. Ben’in Fransa’ya gittiği, annemlerin de dışarı çıktığı geldi aklıma. Çantamda el yordamıyla anahtarlarımı arandım ama bulamadım. Çantanın içinde ne var ne yoksa kapının önüne boca ettim ve telaş içinde arandım, artık sırılsıklam olmuş parmaklarım hissizleşmişti ve sızlıyordu: Anahtar hiçbir yerde yoktu. İliklerime kadar ıslanmıştım. Üstümde tek kuruş para yoktu ve annemlere ulaşmam mümkün değildi. Beni seve seve evlerine buyur edecek, kimi emekli kimi çalışan başka komşularla tanışıklığımız vardı. Küçümser gözlerle baktıkları – “Kendine bir havalar veriyor,” diyorlardı – Bayan Dobbs’ın tersine, nazik jestlerimizi kabul etmekte ve onlara mukabele etmekte en ufak sorun yaşamıyordu onlar.
Ama belki geleceğimin radikal bir şekilde değişeceğini ve yepyeni bir dünyanın beni beklediğini bilmenin getirdiği keyifle, belki de bunun meraklı anne babamı mutlu edeceğini düşündüğümden o komşular yerine Flora Dobbs’ın kapısını çalmaya karar verdim.
Okul çantamı başımın üstünde tutarak karşıya geçtim.
Yağmur damlaları yüzümden aşağı süzülerek ve donan elim daha da beter sızlayarak bekledim.
Derken kilitte dönen bir anahtar sesi duydum: “Evet?” dedi sert bir sesle, emniyet zincirinin yarı aralık tuttuğu kapının ardından beni süzerek.
“Çok özür dilerim Bayan Dobbs,” dedim telaşla, “ben komşunuzum, adım Hannah. Kapıda kaldım, yani aslında kapıda kalmadım da anahtarlarımı bulamıyorum, parmaklarım buz kesti ve annemle babama ulaşmam mümkün değil. İçeri girip telefonunuzu kullansam ve annemler gelinceye kadar sizde beklesem sakıncası olur mu acaba?”
Yüzünde bir hoşnutsuzluk ifadesi belirdi. Fazla açık konuşmuştum. Evet, belli ki sakıncası vardı. Başından kötü bir fikirdi bu. Bu kadını içeren her türlü plan kötü bir fikirdi. Komşular haklıydı: Sebepsiz yere havalara giriyordu, ayrıca da kabaydı.
Ama sonra yüzü yumuşadı. “Pekâlâ madem,” dedi. “Buyur, geç içeri.”
Öylesine şaşırmıştım ki kapının eşiğinde kalakaldım. “Emin misiniz?” diye sordum yağmur yüzümden aşağı süzülürken.
“Evet, eminim,” diye cevapladı zinciri açıp beni içeri alarak. “Ama sırılsıklamsın. Lütfen ayakkabılarını çıkar ve paltonu kapının orada bırak, sana bir havlu getireceğim. Hemen dönerim.”
Kapıyı ardımdan kapadım ve söyleneni yaptım. Koridoru rutubet kokuyordu. Paltomu ve ayakkabılarımı çıkardım. Ayaklarım da ıslaktı ama çoraplarımı çıkarmaya cesaret edemiyordum.
Elinde bir havluyla geri döndü, ben de saçlarımı, ellerimi ve yüzümü yarım yamalak kuruladım.
“Teşekkür ederim,” dedim havluyu ona geri uzatarak. Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım bile.
Koridorun ucundaki bir kapıyı açtı. “Böyle gel,” dedi.
Hayalimde çiçekli duvar kâğıdıyla kaplı, dantel örtülerin üzerinde vazoların durduğu, kanarya sarısı kumaş döşeli yıpranmış kanepelerin olduğu bir oda canlandırmıştım. Oysa gördüğüm şey beni öylesine hazırlıksız yakaladı ki ağzım açık kaldı.
Duvarlar yerden tavana kadar uzanan dizi dizi kitapla doluydu. Kadife kaplı koltuklar ve çapraşık oymalarla süslenmiş bir sehpa vardı. Sonra varaklı avizeler, kapıya yaslanan bir adamı tasvir eden gerçek boyutlarda bir Afrika heykeli. Zemin çeşit çeşit, boy boy Şark halılarıyla kaplıydı. Duvarın kitaplardan boş kalan nadir yerlerinde soyut resimler, insanların ve mekânların seçildiği çerçeveli fotoğraflar asılıydı.
Bu ev pahalı, ince zevklere sahip bir kadına aitti. Babamın tahminleri doğruydu: Özel bir hayat yaşamış olmalıydı. Tabii, meşhur piyano da vardı. Lake abanozunun üstünde Bösendorfer yazan pırıl pırıl bir kuyruklu piyano. Bösendorfer markasını biliyordum. Annemlerin bir arkadaşının salonunda da vardı bunlardan bir tane. Adam ünlü bir piyanistti ve dinleyicilerle hıncahınç dolu salonlarda konser vermek için yüklü paralar alırdı. Bu piyanoların ne kadar pahalı olduğunu da biliyordum. Henry Dobbs’ın çaldığı piyano olmalıydı bu. Annemlerin ünlü arkadaşını tanıyıp tanımadığını merak ettim Bayan Dobbs’ın ama bunu sormaya cesaret edemedim.
“Piyano çalıyor musunuz?” diye sordum bunun yerine.
Bana baktı ve başını kederle iki yana salladı. “Kocam çalardı. Ama birkaç sene önce öldü. Ben de eskiden biraz çalardım ama artık çalmıyorum.”
Kocasının nasıl göründüğünü merak ettim. Çocukları olmuş muydu acaba?
Elimi piyanonun siyah cilasının serinliğinde gezdirirken, “Çok