“Evde olmasına evdedir, istersen git gör.”
Kız, Doktor’un yanından geçti, eve gitti. Doktor gene gülleri ayıklamaya başlayarak düşündü: “ ‘Gönül kocamaz.’ derler, doğrudur! Ne güzel de kız… Eh, yalan dünya…”
Yemekte bu güzel kızın getirdiği haber konuşuldu. Doktor dedi ki:
“Nadir Hanım bizim evi bilmiyor mu?”
“Bilir ama olsun… Alacak olunca insan elbette bir can gözü ile görmek ister.”
Biraz sustuktan sonra Doktor’un hanımı:
“Nadir Hanım.” dedi. “Haber vermeden gelecekmiş ama Sevim Hanım ‘Olmaz.’ demiş.”
“Sevim Hanım da kim oluyor?”
“Canım, hanımın kızı değil mi? Kaç defa gördünüz!”
“Nadir Hanım’ın bir şımarık kızı olduğunu biliyorum, adının da Sevim olduğunu ilk defa işitiyorum.”
“Asıl adı Behice idi. Şimdi Sevim diye çağırıyorlar!”
“Bu Yusuf’ta da ad değiştirmek merakı var.”
“Aa, bir Yusuf’ta mı? Şimdi herkes adını değiştiriyor. Selim Efendilerin Niyazi’ye şimdi Kara Efe diyorlarmış. Yusuf da buradan kaçtığı vakit adını değiştirmiş, ona Sungur Alp Bey diyorlarmış. Gazeteler bile Sungur Alp Bey, diye yazıyorlar. Siz, hiç görmediniz mi?”
“Hiç görmedim.”
“Dikkat etmemişsinizdir.”
“Dikkat de etsem Sungur Alp Bey’in, Yusuf olduğunu nereden bilirim? Kendisini eskiden tanıyanlar ne diyorlarmış?”
“Bilmem, eskiden tanıyanlar olsa bile… Onu eskiden öyle bir tanıyan var mıydı? Belki tanıyanlar da adını bilmiyorlardı.”
“Yusuf da evi gezmeye gelecek miymiş?”
“Yusuf burada yok ki… O Anadolu’da. Ankara’da bir ev yaptırıyorlarmış. Nadir Hanım, ‘Bir de İstanbul’da olsun.’ diyormuş.”
“Çok isabet!”
Doktor’la hanımı, cuma gününe kadar her gün biraz Nadir Hanım’ı ve ev satılması işini konuştular.
Nadir Hanım, bu sefer öğleden sonra saat üç buçukta geldi. Doktor gene deniz üstündeki küçük odasında oturuyordu. Vapur geldi, biraz sonra da kapı çalındı, gene taşlıkta kadın sesleri oldu, sonra da odanın kapısı vuruldu.
Bu sefer odaya beyaz başörtülü bir Nadir Hanım, bir şımarık kız, bir sıska çocuk yerine; iki süslü Nadir Hanım, lacivert ceket ve kül rengi pantolon giymiş, beyaz gömleğinin geniş yakasını ceketinin üstüne çevirmiş delikanlı bir çocuk, bir de o güzel yüzlü besleme kız girdiler. Hepsi Doktor’a el verdiler, besleme kız da verdi. Kısarak boylu, kara kuru Nadir Hanım’ın yerinde şimdi, şişman denilecek kadar etlenmiş, toplanmış, yağlanmış bir hanım var. Dudaklarını hafifçe boyamış, başına güvez26 bir tül bağlamış, iki yanından iki zülüf, alnından bir tutam saç çıkarmış. Sanki fena da olmamış! Eğer bu kadar şişman, bacakları da eğri olmasa eski Nadir Hanım’a bakarak çok güzelleşmiş denilebilir.
Doktor, selamlaştıktan sonra yerine oturdu. Gözlüğünü düzeltti, Nadir Hanım’ı, kızını yukarıdan aşağıya süzdü. Ana kız, birbirine benziyorlar. İkisi de koyu renk kostüm giymişler. Kara eldiven, kara pabuç. Şık iki hanım.
Oturur oturmaz, daha ilk lakırtı başlamadan çantalarını açtılar, ufacık beyaz birer mendil çıkardılar, hafifçe burunlarını, ağızlarını siler gibi yaptılar. Birkaç dakika sonra besleme kız da onlar gibi yaptı. Her kabuğun içinde ayrı bir yaşayış var. Bu burun, ağız siliş, onların bugünkü yaşayışlarının bir icabı. Bu şekil içinde böyle yapmak lazım. Herkes böyle yapıyor.
Nadir Hanım’ın kızı belki anasından biraz daha güzelce. Yüzü biraz daha pudralı, dudakları biraz daha boyalı, başına bağladığı tül de biraz daha ince. Bu hanımın, şımarık mahalle kızı olduğu zamanları bilenler, onu rahatça tanıyabilirlerdi. Ancak şakaklarından aşağı uzanan favorileri ile Meksikalılara benzeyen bu renksiz delikanlının o sıska çocuk olduğunu tanımak güçtü. Bu, o hitabe okuyan çocuğa hiç benzemiyor. Saçlarını iki yana ayırmış, kaşlarının ucundan dönüp kulaklarının arkasına takılıyor.
Nadir Hanım, Doktor’un karısı ile kapı önünde başlayan söze devam ederek:
“Bizim, ziyarette kusurumuz çok hanımefendi!” dedi. “Bilmiyorum ki olmuyor işte!..”
Kız sözü anasının ağzından alarak:
“Zaten biz geleli daha kaç gün oldu!” dedi. “Benim tayyörüm27 vardı, annemin mantosunu yetiştiremediler. On beş gün hep provaya gittik. Burada o kadar tanıdıklarımız varken hiçbirine uğrayamadık. Daha Ankara’da adamakıllı bir terzi yok. Tekmil ecnebiler28 tuvaletlerini İstanbul’da diktiriyorlar. Gülseren Hanım’ın Hilal-i Ahmerlikleri29 Paris’e yazıldı. Oradan, ölçü üstüne gönderdiler. Elbette onların makastarları başka ama ne olsa noksan oluyor. İnsan Paris’e kendi gidip diktirmeli…”
Sevim Hanım’ın fikrince, anası bir ziyarette nasıl konuşulacağını bir türlü öğrenememiştir. Her zaman Sevim Hanım onun sözünü, lakırtısını kesmeye mecbur oluyor! Bugün de kızı ona konuşulacak sözü işaret etmiş oldu. Nadir Hanım, kızının bıraktığı yerden başlayarak:
“Evet.” dedi. “Ankara’daki terzilerin hiçbiri bir şeye benzemiyorlar. Ben maron30 tuvaletimi diktireyim dedim, (kızına sorarak) neydi o Yahudi madamının adı?”
“Aa, anne o Yahudi mi? Halis ecnebi madamı. Bir kelime Türkçe bilmiyor.”
“Bilmiyor da bizimle nasıl konuşuyor?”
“Tuhafsın, o da Türkçe konuşmak mı? ‘Biğ tuvağet, vağburğda biğ güğ…’ diye konuşuyor!”
Nadir Hanım kanmadı ama kızı ile çene yarışına girmek istemedi.
“Bilmem.” dedi.
Biraz sustuktan sonra, gene Nadir Hanım:
“Ecnebi madamıdır da neden diktiklerini beceremiyor?” diye sordu.
“Kadın pekâlâ modayı biliyor ama işçisi yok!”
Nadir Hanım gene kanmadı, yeniden:
“Bilmem!” dedi.
Ana kız konuşurlarken Doktor biraz kaşlarını, biraz da başını kaldırmış, onları dinliyor ve Sevim Hanım’la konuşmanın kolay olmayacağını anlıyordu. Nadir Hanım’ın tecrübesi olmak lazım gelir. Öyle iken bak bir satır sözde bir âlem yanlışı çıkıyor! Bunun için söz sırası geldiği hâlde Doktor sustu. Doktor’un hanımı da ancak bir şey sormakla lakırtıya karışabileceğini anladı;
“Bey afiyettedir inşallah?” dedi.
Birkaç yıl var ki Nadir Hanım kocasını “Sungur” diye çağırıyor. Bu yeni sözlere alışmak kolay olmuyor ama başka çaresi var mı? Kızıyla, kocasıyla her gün uzun uzun münakaşalar etmek, biraz da hakaret görmek istemezse bunlara alışmalı, yeni hayatları öğrenmeli.
Doktor’un hanımı kocasını sorunca Nadir Hanım saşırmadı:
“Sungur