“Bu kıza verdiğim emek, hanım… Ne olacağı daha o zamandan belli idi. Tıpkı rahmetli kaynanam! İnat, Çerkez damarı. Nuh der peygamber demez. Hanımı büyüttük, şimdi bakalım ne mürüvvetlerini göreceğiz. Tutumunu hiç beğenmiyorum ya… Bu yaşta, kürek kürek pay. Neyse artık, Doktor Bey’in yanında söylemeyeyim. Yalnız, gücüme gitmiyor mu? Allah biliyor ya! Kalbim kırılıyor. Bu oğlan bile, babasından ne görse onu yapmaya kalkar.”
Doktor’un hanımı, dönüp çocuğun çenesini okşadı.
“O büyüsün, bak ne akıllı bey olur.” dedi. “Artık, sekizini bitirdi mi?” diye de Nadir Hanım’dan sordu.
“Bu Receb-i Şerif Kandili’nde dokuzunu bitirdi, onuna bastı.”
Nadir Hanım, bir dakika önce oğlundan şikâyet ederken şimdi döndü, methetmeye başladı.
“Yaşı ufaktır ama Doktor Bey, hocaları pek beğeniyorlar. Bu sene mektepte tiyatro oldu, artık görseniz, herkes nasıl el çırptılar. Benim kör olsun tabiatım, ağlamaktan hiçbir şey göremedim.”
Çocuğa:
“Kalkıp okusana oğlum, Doktor Bey işitsin!”
Doktor karşıladı:
“Siz gelmeden biz, onları okuduk bitirdik.” dedi.
Nadir Hanım bu sefer de kızını anlatmak isteyerek:
“Bu da…” dedi. “Ut dersi alıyor. Sesi de pek güzeldir. Ama okumaz ki! Bir şeyi ‘Yap.’ dedin mi inadına yapmaz.”
Kızına:
“Bak, okusana, Doktor Bey işitir, Allah ömürler versin, o da bugüne bugün bir pederiniz sayılır, iftihar eder. Hani, neydi o geçen gün söylüyordun?”
Kız, kafasını anasının arkasına sokmuş, homurdanıyordu. Nadir Hanım:
“Aman ne kadar ayıp! Unuttun mu, baban sana ne diyordu? Vallahi kimseler görmesin. Ben senin yerine Doktor Bey’den utanıyorum.”
Nadir Hanım sözünün geçmeyeceğini, kızının okumayacağını biliyordu. Ancak bu mevkide, anaların çocuklarına böyle demeleri âdetti, kaide idi, böyle denirdi. Ona da böyle demişlerdi, o da şimdi çocuklarına söylüyor.
Nadir Hanım, kızına söyleyeceklerini söyleyip bitirdikten sonra, Doktor’un hanımına döndü:
“Yalan dünya, hanımefendi.” dedi. “İnsan gözünü açıp kapayıncaya kadar gelip geçiyor.”
İçini çekti. Doktor’un hanımı da onun arkasından derin bir nefes aldı. Onlara bakarak Doktor da içini çekti. Bu iç çekişler, sözün bir dönüm noktasına geldiğini gösteriyordu. Bu arada Doktor, besleme kızın kapı yanında, hâlâ ayakta durduğuna dikkat etti. Saçları kesilmiş de yine uzamış, gürbüz, açıkgöz bir kız. Nadir Hanım’ın çocukları ne kadar uçuk benizli, yeşil renkli iseler, bu kız o kadar al yanaklı, o kadar sağlam bir çocuktu.
Doktor, beslemeye:
“Otursana kızım!” dedi. “Neden ayakta duruyorsun?”
Kız da hemen olduğu yere oturdu. Nadir Hanım, kızın oturmasını terbiyeye muvafık bulmamış olacak ki:
“Baksana, hazırmış.” dedi. “Kız! Ölüyor mu idin? Otur deyince hemen oturulur mu? Ben bu kıza bir türlü nezaket öğretemedim!”
Besleme kız utandı, bütün kanı yüzüne çıktı, hemen de ayağa kalktı. Bu sefer Doktor sıkıldı. Kızı oturtmak için Nadir Hanım’dan müsaade istedi. O da izin verdi ise de kız bir daha oturmadı. “Hiç olmazsa dışarı çıksın da, orada otursun.” dediler, besleme kız dışarı çıktı. Arkasından Nadir Hanım’ın kızı da fırladı, onun arkasından da çocuk gitti. Doktor’a öyle geldi ki dışarıda Nadir Hanım’ın çocukları, beslemeyi azarlayacak, belki de dövecekler. Ancak arası çok geçmeden anlaşıldı ki kızın maksadı sesini işittirmekmiş. Dışarıda okuyor:
Emdim lebini 25 bir gece tenhâda felekte,
Yâdında mı cânım, hani bir evde Bebek’te…
Nadir Hanım sırıttı.
“Burada Doktor Bey’den sıkıldı da efendim…” dedi.
Doktor’un hanımı da:
“Sıkılacak ne var, Doktor onun babası yerinde…” diye karşıladı.
Kızın şarkılarına aldırmayarak, konuştular. Hemen hep, Nadir Hanım söylüyordu. Hele söz Yusuf Efendi’ye gelince kimseye sıra vermiyordu. Nadir Hanım, bir bakıma, kocasının büyük adam oluşuna seviniyor. Bu yıllarda, herkes yemeye ekmek bulamazken onlar rahat geçiniyorlardı. Ancak ne faydası var ki kocası onun eski kocası değil! Etyemez’de otururlarken Yusuf Efendi bir eczacı parçası idi ama onun kocası idi. Şimdi ne oldu? Yusuf Efendi ve bu iki çocuk ondan uzaklaşıyorlar, onu beğenmiyorlar. O, evde hizmetçi gibi kalıyor. Yusuf Efendi ne istiyor? Bunu anlamaya çalışıyor, herkesten bunu sormak istiyordu. Nadir Hanım’ın bugünkü bütün bu uzun hikâyeleri, bu dertleşmeleri, bu anlayamadıği karanlık noktayı sanki aydınlatmak içindi.
Doktor sustu, Doktor’un karısı da açık bir fikir veremedi.
“Dünya değişti hanım hele erkekler bir acayip oldular. Hemen Allah sonunu hayır etsin…”
Bu sözler doğru mu? Nadir Hanım dünyanın nasıl değiştiğini bilmek istiyor. Kimse ona kandırıcı bir söz söyleyemiyor. Kocası için konuştukça konuşacağı geliyor, söz uzayıp gidiyordu.
Yemek vakti oldu. Birlikte yemek yediler. Doktor bir aralık savuştu, öğle uykusunu uyudu. Geldi. Hâlâ Yusuf Efendi’nin “sırfen değiştiğini” konuşuyorlardı. En sonra, pek çok sıkılan çocukların zoru ile akşam, altı postasına dar yetiştiler.
2
Bu ziyaret, Büyük Muharebe’nin ikinci, yahut üçüncü yıllarında olmuştu. Aradan sekiz-dokuz sene geçti. Bu arada İstanbul işgal olundu, Milli Mücadele’miz başladı, birçokları gibi Yusuf Efendi’nin de başından epeyce korkular, sıkıntılar geçti. Hapsettiler, kaçtı. Bir zaman kaçak gezdi, sonra bir yolunu bulup kendini Anadolu’ya attı. Bir zaman sonra da İzmir geriye alındı, ordularımız İstanbul’a girdiler; Yusuf Efendi de karısını, kızını Ankara’ya aldırdı. Yalnız oğlu Selahattin -kendini Doktor’a Selahattin Akyıldırımoğlu diye tanıtan çocuk- İstanbul’da mektepte kaldı. O zamandan beri, Yusuf Efendi ailesi Ankaralı oldular. Ara sıra da İstanbul’a geliyorlarmış.
Bir aralık Doktor, Çengelköy’deki yalısını satacak, karısının Çamlıca’daki evinde oturacak oldu. Ne suretle ise bu haber, o günlerde İstanbul’da bulunan Nadir Hanım’ın kulağına gitmiş. O da öteden beri bir yalı almak istiyormuş, Doktor’un yalısını almak fikrine düşmüş, bu münasebetle de hem görüşmek hem de yalıyı bir alıcı gözüyle görmek istemiş.
Bir sabah erken Doktor, bahçesinde güllerini ayıklamakla meşgul iken kapı çalındı. Doktor kendisi açtı. Başına gayet ince bir tül bağlamış, güzel yüzlü, güzel gözlü bir kız kapının önünde duruyordu.
“Burası Şakir Mustafa Bey’in yalısı değil mi, efendim?”
“Onun evi!”
“A, siz Doktor Bey değil misiniz?”
“Ya benim…”
“Ben hanımefendiyi görmek istiyorum.”
Doktor biraz düşünür gibi:
“Eh,