“Bunlar buranın ileri gelenleri olsalar gerek.” diye düşündüm. Başıma gelecekleri de kestirir gibi oldum. İstedim ki bu adamlara yalvarayım, diyeyim ki: “Ağalar, efendiler! Yolcuyum, yorgunum, yarın sabah da erken kalkacağım. Belki adımı duymuş beni bir şey sanmışsınızdır. Kimseye hayrı dokunabilecek bir adam değilim. Eski edebiyatla uğraşır, ders verir, arada şiir miir de söylerim. Ama bunların size hiç faydası olmaz. Sevdiklerinizin başı için çok oturmayın!” Utandım, söyleyemedim. Yalnız ağlar gibi yüzlerine baktım, bunun da hiç faydası olmadı.
Geldiler, sıralanıp oturdular, cıgara verdik, kahve ısmarladık. Konuşmaya başladılar. Bu adamların çoğu sakallı, başları tıraşlı. Birbirlerini de “Hacı” diye çağırıyorlar. Hepsi de hacı mı? Yoksa adlarını mı Hacı koymuşlar, bilmem! Bir aralık, aralarından biri bana dedi ki:
“Bizim, teşrif-i alinizden40 haberimiz olmadı. Sizi karşılardık. Hiç buraya inip rahatsız olmazdınız.”
“Amanın, bunlar beni eve mi götürecekler?” diye düşün-düm, hemen:
“Eksik olmayın. Buradan pek hoşlandım, birkaç saat kalacağım. Hancı da her şeyimi hazırladı.” dedim. Aklıma gelmedi ki “Yeminliyim.” diyeyim de dayanayım.
Bu sefer bir başkası:
“Burası size layık değildir. Olsa bile biz bırakmayız, buyurunuz gidelim.” dedi.
Anlaşıldı ki bu adamlar beni almaya gelmişler. Sıkıldım. Dedim ki:
“Ben artık buraya yerleştim, hiç zahmet etmeyiniz. Dönüşte artık haberli geliriz de…”
Yüzlerine de bakıp sırıttım ama hiç aldırmadılar.
“Her şeyiniz hazırdır, buyurun gidelim.” dediler.
Bizim çantaları da alıp götürmüşler. Gördüm ki burada kalmanın bir tek yolu var; tabancayı çekip köşeye durmalı, bunlara da “Benim buradan ölüm çıkar.” demeli, sonra da yiğitçe dövüşmeliyim!
“Sizi hiç han bucağında kor muyuz, herkes bize ne der!” diyorlar.
“Siz bilirsiniz.” dedim.
Hep birden ayağa kalktılar, bizi de önlerine kattılar. Çarşı içinden biraz yürüyüp solda bir sokağa saptık. Genişçe bir meydanı geçip mahalle içine girdik. Bozuk kaldırımlı darca, eğri büğrü sokaklar arasında eski biçimde, saçaklı bir çeşmenin yanında, büyükçe bir evin kapısında bizi bekliyorlardı. Girdik.
Hepsi ayaklarını çıkardılar, biz de çıkardık. Bizi genişçe bir odaya aldılar. Tabanı baştan başa Kırşehir seccadesi ile örtülü. Üstüne de şilteler, onların üstüne de gene seccadeler döşenmiş. Pencere önünde uzun, yüksekçe bir sedirle ot yastıkları var. Beni bu sedire oturtmak istediler. Oda soğuk olduğu için sac sobaya yakın bir şilteye yerleştim. Arkama yastıklar getirdiler.
Sac soba çıtırdıyorsa da yeni yakılmış olacak ki oda ısınmamıştı. Ben bu hacılardan hangisinin misafiri olduğumu ancak gece yarısından sonra anlayabildim. Daha önce benim ev sahibi sandığım adam, ev sahibinin kardeşi imiş. Ne ise oturduk. Kahveler de geldi “Ne söz bulmalı da bu adamlarla konuşmalı?” diye düşünceye daldım. Suratım ne kadar ekşi, bilmiyorum. Sırıtmaya çalışıyorum. Bana öyle geliyordu ki bu adamların ayrı ayrı birtakım işleri var; bana anlatmak, benden yardım görmek isteyecekler. Ben ise bu gibi işlerin hiçbirinden bir şey anlamam. “Bir tatsızlık olmadan sabah olsa da buradan kaçsam.” diye düşünüyordum. Çok da sıkılmıştım. Hızır yetişti, beni kurtardı. Eskiden İstanbul camilerinden birinde ders hocası iken şimdi burada oturan bir yaşlıca adam, söze başladı. Sultan Hamit gününde Şeyhislam olan Cemâlettin Efendi için o yıllarda İstanbul’da hocalar arasında çıkmış dedikoduları anlatmaya başladı. Ben, kurtuldum. İş yalnız dinlemeye kalınca kolay! Herkes gibi ben de dinlemeye başladım. Akşam namazı oldu, bu adamlar birer ikişer gidip başka bir odada namazlarını kıldılar, gene geldiler. Beni de yalnız bırakmamış oldular.
Gece oldu, ışıklar yandı, yatsı vakti geldi, hep eskiler konuşuluyor. Ara sıra ben de söze karışıyorum.
Biraz sonra yemek getirildi. Yere iki sofra kuruldu, benim önüme leğen, ibrik getirdiler; ellerimizi yıkayıp sofra başına oturduk.
Ev sahibi buranın varlıklı adamlarından olacak, bize tatlısı, tuzlusu ile güzel bir yemek hazırlatmış. Çorbası var, kızartma eti var, börülce aşı var, yaprak sarması var, böreği var, bir hamur tatlısı var, pilavı var, pestil ezmesi var. Neyse yedik içtik, yeniden yerlerimize oturduk, konuşmaya başladık. Benden kimsenin bir şey istemediğini, sormadığını görünce ben de biraz açıldım. Yemekten sonra da gelenler oldu ama çok oturmadılar, birer birer çekildiler gittiler. Biz, ev sahibi olan Hacı ile yalnız kaldık. İşte ondan sonra işin en ağır yeri başladı. Bizim ev sahibimiz Hacı’nın şairliği varmış, bana açıldı. Hacı Mekke’ye gitmeye niyet edince ne demiş, arabaya binip buradan çıkarken ne demiş, gemi kıyıdan ayrılınca ne demiş…
Yazık ki bu deyişlerin hepsini size yazamıyorum ki benim ne çektiğimi anlayasınız. Yalnız şu birkaç örneğe bakınız:
Geldim işte kapına ey ulu Resul!
Kıl şefaatin bizlere ey ulu Resul!
Âsiler düşer ah-t zârına,
Şefaat kılmaz isen yaman olur,
Ey ulu Resul!
Sensin büyüklerin büyüğü,
Sensin resullerin büyüğü,
Âhirette vardır şefaatin büyüğü,
Şefaat kılmaz isen yaman olur,
Ey ulu Resul!
Çocuklardan ayrılırken de şunları söylemiş:
Ayâlim 41 ben gittim, yüzün gülsün;
Yârime kavuştum yüzün gülsün.
Bunlar böyle bir-iki, beş-on değil, defterler…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.