Bay Myriel’in kız kardeşi Matmazel Baptistine haricinde, biri general ve diğeri vali olan iki erkek kardeşi daha vardı. Her ikisine de düzenli bir şekilde mektup yazmayı ihmal etmezdi. Cannes’da karaya çıkma döneminde şehrin alay komutanı olan kardeşine karşı, bin iki yüz adamın başında, İmparator’u sanki kaçmasına izin vermek isteyen bir kişiymiş gibi takip etmesinden dolayı oldukça mesafeli davranırdı. Ancak emekli olduktan sonra Paris’te yaşamaya devam eden, eski vali olan diğer erkek kardeşi ile yazışmaları hâlihazırda sevecenliğini korumaktaydı.
Elbette ki Monsenyör Bienvenu’nün de politik görevleri vardı. Ancak o, kesinlikle doğruluk, şefkat ve merhametten başka bir şey düşünmüyor; aynı derecede önemli olan insanlık görevini ihmal ediyordu. Bu yüzden de aslında, böyle bir adamın herhangi bir siyasi görüşü benimsememesi gayet iyiydi. Anlatımımızda herhangi bir hata olmaması için şunu da açıklığa kavuşturmamız gerektiğini düşünüyorum:
“Siyasi görüşler” denilen şeyi, büyük ilerleme arzusuyla günümüzde her cömert aklın temeli olması gereken yüce inancı; asla vatanseverlik, demokratiklik ve insancıl olmakla karşılaştırmıyoruz. Bu kitabın konusuyla yalnızca dolaylı olarak bağlantılı olan sorulara derinlemesine girmeden önce basitçe şunları ifade etmek istiyoruz: Monsenyör Bienvenu bir Kralcı ve buna bağlı olarak farklı bakış açılı biri olmasaydı, bu dünyanın kurgularının ve nefretlerinin üzerinde, insani şeylerin fırtınalı değişimleri üzerinde, hakikat, adalet ve hayırseverlik gibi bu üç saf ışığın doğrultusunda, belirgin bir şekilde ayırt edilebilen o sakin tefekkürden yüz çevirmiş olmasaydı, onun açısından çok iyi olacaktı.
Yine de Tanrı’nın Monsenyör Bienvenu’yü siyasi bir makam için yaratmadığını kabul etmekle birlikte, onun hak ve özgürlük adına protestosunu, gururlu muhalefetini, her şeye gücü yeten Napolyon’a karşı adil ama tehlikeli direnişini anlayışla karşılamalı ve takdir etmeliyiz. Ancak insan ne kadar faziletli ve olgun olursa olsun, mantığın bir zaaf olarak göreceği kimi duygulara da yer verebilirdi kafasında. Bizler sadece tehlike söz konusu olduğunda mücadele etmeyi severiz ve her hâlükârda ilk savaşçılar, sonun yok edicileri olma hakkına sahiplerdi. Refahta inatçı bir savunucu olmayan kişi, yıkım karşısında da suskunluğunu korumalıdır. Başarının ispiyoncusu, düşüşün tek meşru celladı olur. Bize gelince bizler, Tanrı müdahale edip vurduğunda sadece olayı akışına bırakırız. 1812 senesi bizleri silahsızlandırmaya başlamıştır. 1813’te bu suskun yasama organının, felaketin cesaretlendirdiği sessizliğin korkakça ihlali; yalnızca büyük bir öfke oluşmasına sebebiyet vermiştir. Ve 1814’te ihanet eden mareşalleri, bir cepheden diğerine geçerken tanrılaştırdıktan sonra aşağılayan Senatonun huzurunda alkışlamak suç ilan edilmiş, ayaklarını kaybeden ve putlarına tüküren o putperestlik karşısında baş çevirmek bir görev hâline gelmişti. 1815’te en büyük felaketler yaşandığında Fransa; onların uğursuz yaklaşımı karşısında ürperdiğinde, Waterloo’nun Napolyon’un önünde açıldığını belli belirsiz fark edebildiğinde; ordunun ve halkın, kaderin mahkûmlarına kederli alkışında gülünç hiçbir şey yoktu ve zorbalığa her türlü toleransı verdikten sonra Digne Piskoposu’nunki gibi bir kalp, büyük bir ulusun ve büyük bir adamın kucaklamasının sunduğu görkemli ve dokunaklı özellikleri tanımayı başarmamalıydı belki de.
Bu istisnalar dışında her şeyde adil, dürüst, doğru, akıllı, alçak gönüllü, ağırbaşlı, yardımsever ve iyi yürekli bir adamdı Piskopos. O hem bir rahip hem bir bilge hem de çok güzel bir insandı. Kabul etmek gerekir ki az önce onu kınadığımız ve neredeyse şiddetle yargılamaya meyilli olduğumuz siyasi görüşlerde bile, belki burada konuşan bizden çok daha hoşgörülü bir insandı.
İmparator tarafından bulunduğu konuma atanmış bir kapıcı vardı. Austerlitz’deki Onur Lejyonu üyesiydi, kartal kadar bir Bonapartist olan eski muhafızların eski bir subayıydı. Bu zavallı adam, zaman zaman yasanın daha sonra kışkırtıcı konuşmalar olarak damgaladığı düşüncesizce yorumları da ağzından kaçırmıştı. Onur Lejyonu grubu ortadan kaldırıldıktan sonra, onların haçını takmak zorunda kalmamak için, söylediği gibi subaylık kıyafetlerini dahi asla giymedi. Duvarına büyük bir delik açmasına rağmen Napolyon’un kendisine vermiş olduğu çarmıhtan, imparatorluk heykelini tamamen dinî sebeplerle kaldırmış ve yerine hiçbir şey koymamıştı. “Üç çatallı amblemi kalbime takmaktansa ölmeyi tercih ederim.” demişti.
XVIII. Louis ile yüksek sesle alay etmekten hoşlanırdı. “İngiliz tozluklarındaki gutlu yaşlı yaratık!” derdi. “Bırakın kuyruğuyla kendisini Prusya’ya götürsün.” En nefret ettiği iki şeyi, Prusya ve İngiltere’yi aynı lanette birleştirmekten mutluydu. Bunu öylesine sıklıkla yapıyordu ki yerini kaybediyordu. Şimdi buradaydı; evinden kovulmuş, karısı ve çocukları ile sokakta kalmıştı. Piskopos onu yanına çağırmış, nazikçe yapmış olduğu hatalardan dolayı azarlamış ve kiliseye tören asasını taşıyan kişi olarak atamıştı.
Dokuz yıl boyunca Monsenyör Bienvenu; Digne kasabasında her türlü şefkatli tavrıyla, herkese kendisini saydırtmıştı. Napolyon’a karşı davranmış olsa bile bu tutumu bağışlanmıştı. İmparator’una son derece bağlı olan, şahsiyetsiz kasabalı; onu sevmediği gün gibi ortada olan Piskopos’u bağrına basmıştı.
XII
Monsenyör Bienvenu’nün Yalnızlığı
Bir piskoposun etrafı neredeyse her zaman genç ve tecrübesiz din adamlarıyla çevrilidir. Tıpkı bir generalin genç subaylardan oluşan bir toplulukla olması gibi. Büyüleyici Aziz Francois de Sales’in bir yerlerde toy rahipler dediği şey de budur. Her meslekte durum böyledir, büyük rütbeli kişilerin huzurunda acemi yeni yetmeler her zaman el pençe divan durur. Yükselmeleri için bunun şart olduğunu hepsi bilir. Kendi adalet terazisi olmayan hiçbir servet yoktur. Geleceği arayanlar, bu yüzden şimdiki durumlarını kabullenmektedir. Her metropolün kendi memurları olduğu gibi, piskoposların da her dediklerini yapan bir genç papazlar ordusu vardır. Bu gençler, o monsenyörün bir dediğini iki etmez; ondan alacakları bir takdir sözü için hiçbir şeyi esirgemez ve hiçbir şeyden kaçınmazlardı. Bir piskoposu mutlu etmek, bir alt diyakoz için birinin ayağını üzengiye sokmasıyla eş değerdir. Bu yolda yürürken ihtiyatlı olunmalıdır, onların arasında da gözleri kamaşanlar olabilir.
Hükûmetin başka kurumlarında büyük mevkiler olduğu gibi, kilisede de farklı mevkiler vardır. Onların bu noktada gözlerini kamaştıran şeyler, papaz başlıklarıdır. O mevkilere sahip olmak demek; aslında bir anda bütün kapıların size açılması, zengin olmanız ve birdenbire yüce bir kişiliğe dönüşmeniz anlamına gelmektedir. Bu kişiler genellikle zengin, iyi donanımlı, becerikli, dünya tarafından kabul görmüş, dua etmeyi elbette ki bilen ama aynı zamanda daha fazlasını yapabilen, kendi şahıslarına menfaat sağlamakla uğraşan kişilerdir. Kutsallık ve diplomasi arasındaki bağlantıları gayet iyi sağlayabilen kişilerdir bunlar. İşte, sayılan tüm bu özelliklere sahip olmak, kilisede yükselebilmek için şarttır. Ah, o mevkilere yaklaşanlar ne mutludur! Etkili kişiler olduklarından, piskoposluk onurunu beklerken etraflarında çalışkanlar, ayrıcalıklı olanlar ve memnun etme sanatından anlayan tüm gençler; başdiyakozlarda, papazlıklarda ve katedrallerde her zaman bu kişilerin yakınında olmayı amaçlarlar. Çünkü o üst mertebeye erişmiş olan din adamları, kendileri ile birlikte çömezlerine de fayda temin edip onların da bir an önce yükselmelerini sağlarlar. Aslında onların bu durumunu