Konvansiyon Üyesi G. Digne’nin küçük dünyasında, hakkında korkunç hikâyeler anlatılan ve kendisinden fazlasıyla korkulan biriydi. Böyle bir insanı gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Bu insanların birbirlerine “vatandaş” dedikleri günden bu yana bu adama karşı nefret besliyorlardı ve yaşadığı bölgede ne bir dostu ne de bir tanıdığı vardı. Bu adam, oradaki halk tarafından neredeyse bir canavar olarak görülüyordu. Kral’ın ölümü için dahi oy kullanmamıştı. Etrafındakilere yarı kralmış gibi bir tutum sergiliyordu. Korkunç bir adamdı. Nasıl olmuş da böylesi bir adam, yaptığı eylemler sonucunda yüce mahkeme önüne hiç çıkarılmamıştı? Onun ille de kafasının kesilmesine gerek yoktu ancak kesinlikle sürgün edilmeliydi. Sırf başkalarına örnek olması adına bu yapılmalıydı. Ayrıca söylentilere göre, onun bir ateist olduğu söyleniyordu.
Acaba G. vahşi bir akbaba olabilir miydi? Eğer yalnızlığındaki gaddarlık unsurları yargılanacak olsaydı, buna cevap “evet” olabilirdi. Kral’ın ölümü için oy kullanmadığından sürgün kararnamelerine dâhil edilmemiş ve Fransa’da kalabilmişti.
Şehirden kırk beş dakika uzaklıkta, herhangi bir başka mezra ya da yoldan uzakta, çok vahşi bir mezranın ortasında yaşıyordu. Kimse tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu. Yaşadığı söylenilen bölgede bir tür in, bir delik, bir sığınak bulunuyordu. Ne bir komşusu ne de yolundan geçen herhangi biri oluyordu. O, vadinin orta kısımlarında yaşadığından oraya giden yol, otların altında kaybolmuştu. Yörede, oradan sanki bir celladın meskeniymiş gibi söz ediliyordu.
Bununla birlikte Piskopos; bu konuda aynı görüşte değildi ve zaman zaman Konvansiyonun eski üyesinin bulunduğu vadideki ağaç öbeklerine bakarak, onun meskeni olduğunu tahmin ettiği bir noktaya odaklanarak, düşüncelere dalar ve şöyle derdi: “O sadece çok yalnız bir adam.”
Ve zihninin derinliklerinde kendi kendine: “Ona bir ziyaret borçluyum.” diye tekrarlardı.
Ama kabul edelim ki ilk bakışta gayet doğal gibi görünen bu fikir, bir an düşündükten sonra ona tuhaf, imkânsız ve neredeyse tiksindirici gibi geliyordu. Yine de Piskopos kendisini sorumlu hissetmekten alıkoyamıyordu. Onu ziyaret etmeyi düşünse de bunun halk üzerinde yapacağı kötü etkiyi hesaplayarak bu düşüncesinden vazgeçiyordu.
Bununla birlikte, “Koyun uyuz diye çoban ürkmemelidir.” sözünü de kendisine hatırlatmaktan geri kalmıyordu. Ne koyun ama! Piskopos’un aklı karışmış durumdaydı. Bazen onu ziyaret etmek için yola koyuluyor, sonra vazgeçerek geri dönüyordu.
Sonunda bir gün, Konvansiyonun eski üyesinin kulübesinde onunla birlikte yaşadığını söyleyen genç bir çoban; efendisinin ölüme yakın derecede hasta olduğunu ve bir doktor aradığını söyledi. Hemen kasabada söylentiler yayıldı; yaşlı adamın ölmek üzere olduğu, felç geçirdiği ve bir gece daha yaşayacak durumda olmadığı dilden dile anlatıldı. Bazıları bunları anlatırken sonunda “Tanrı’ya şükür!” demeyi de ihmal etmedi.
Bunu duyar duymaz Piskopos değneğini eline aldı; daha önce bahsettiğimiz gibi, o eski püskü cübbesini üzerine geçirerek yola koyuldu.
Piskopos, bu insan uğramaz, tenha yere ulaştığında güneş neredeyse batmak üzereydi. Bahsi geçen adamın ininin yakınlarında olduğunu fark ettiğinde heyecanlandığını hissetti. Bir hendekten geçti. Deve dikenlerinin üzerinden atladı, bir çitin üzerinden geçti ve bakımsız bir çayırlık alana girdi. Büyük bir cesaretle birkaç adım attı ve birden çorak arazinin sonunda, yüksek bir tepenin ortasındaki mağarayı gördü. Aslında kasaba halkı onun evini mağara olarak nitelendirirken haksızlık etmişlerdi. Adamın yaşadığı yer; hemen önünde asma çardağı bulunan, temiz görünüşlü, alçak tavanlı, sıradan bir köy kulübesinden başka bir şey değildi.
Kapının hemen yanında, eski bir tekerlekli sandalyede, gülümseyerek yüzünü güneye dönmüş ak saçlı bir adam oturuyordu.
Adamın hemen yanında genç bir çoban dikiliyor, elindeki kaptan ihtiyar adama süt içiriyordu.
Piskopos onları izlerken yaşlı adam konuştu: “Teşekkür ederim.” dedi. “Başka bir şey istemiyorum.” Böylece yine güneşe doğru gülümsemeye devam ederken çocuk, onu dinlenmesi için yalnız bıraktı.
Piskopos ona doğru ilerledi. Yürürken çıkardığı sesler yüzünden, yaşlı adam başını ona doğru çevirdi. Yüzünde, arkasında upuzun bir ömür bırakmış olan bir insanın hâlâ hissedebileceği büyük bir şaşkınlık ifadesi vardı.
“Buraya geldiğimden bu yana, ilk kez biri ziyaretime geliyor. Siz kimsiniz efendim?”
Piskopos hemen cevapladı: “Adım Bienvenu Myriel.”
“Bienvenu Myriel mi? Bu ismi duymuştum. Halkın ‘Hoş Geldiniz Monsenyör’ dedikleri kişi, siz misiniz?”
“Benim.”
Yaşlı adam yüzünde hafif bir tebessümle konuşmaya devam etti:
“Bu durumda, siz benim piskoposumsunuz?”
“Öyle de denilebilir.”
“İçeri girin, efendim.”
Konvansiyonun eski üyesi, Piskopos’a elini uzattı ancak Piskopos kendisine uzatılan eli tutmadı. Yine de şu sözleri söylemekten kendisini alamadı:
“Hakkınızda yanlış bilgilendirildiğimi görmekten memnun oldum. Bana hiç de hasta gibi gelmediniz.”
“Monsenyör.” diye yanıtladı yaşlı adam sakince. “Sonunda şifa bulacağım.” Bir süreliğine durdu ve “Üç saat sonra öleceğim.” diye ekledi. Sonra yine devam etti:
“Hekimlikten biraz anlarım, son saatlerin nasıl geçtiğini de bilirim. Dün sadece ayaklarım buz gibiydi, bugün ise soğukluk dizlerime kadar yükseldi, şimdi de belime doğru yükseldiğini hissediyorum, kalbime ulaştığında da her şey bitecek. Güneş ne kadar güzel, değil mi? Buraya son defa onu görmek için çıktım. Benimle konuşabilirsiniz, sizi bile dinleyecek durumdayım. Ölmek üzere olan bir adamı ziyaret etmekle ne iyi etmişsiniz. Bu anıma tanık olacak birinin olması çok iyi. Şu anda tam olarak, gün doğumuna kadar yaşamayı çok isteyen ama bunun mümkün olmayacağını bilen, yaşayacak sadece iki-üç saati olan bir adamın yanındasınız. O vakit geldiğinde çoktan gece çökmüş olacak. Her şeyin sonunda bunların ne önemi var ki? Ölmek, gayet basit bir olaydır. Bunun için kişinin ışığa ihtiyacı yoktur. Bırakın nasıl olursa olsun. Yıldızların altında da ölebilirim.”
Yaşlı adam çoban gence döndü:
“Git yat, dün bütün gece uyanıktın, yorgunsun.” Çocuk, kulübeden içeriye girdi. Yaşlı adam onu gözleriyle takip etti ve kendi kendine konuşuyormuş gibi ekledi: “O uykudayken ölmeliyim. İkimiz de sanki uyuyormuşuz gibi olur. Sadece benimki, çok uzun bir uyku olacak.”
Piskopos, olması gerektiği gibi, onu kayıtsızlıkla dinlemişti. Tanrı’nın onun ölümünde bir ayrıcalık tanımayacağını düşünüyordu. Ayrıca onun inançsızlığı yüzünden öfkeliydi de. Bu kayıtsızlığının bir nedeninin de öfkesi olduğu inkâr edilemez bir gerçekti. Ayrıca kendisine her zaman Monsenyör diye hitap edilmesine alışkın olan Piskopos, ihtiyar adamın ona bu şekilde hitap etmemesinden dolayı da sinirlenmiş; ona karşılık verirken “vatandaş” dememek için kendisini çok zor tutabilmişti. Genel anlamda doktorlar ve papazlarda pek görülmeyen, onda ise hiç alışık olmadığımız soğuk gurur duygusunun bir anlığına da olsa esiri olmuştu. Sonuç olarak bu adam, bir Konvansiyon üyesiydi. Halkın temsilcisi, dünyanın güçlülerinden biriydi. Piskopos, hayatında ilk kez şiddetli biçimde duyguları ve mantığı arasında