“Eh.” diye yanıtladı Monsenyör Bienvenu, adamın sözlerine itiraz etmeye gerek duymadan. “Eğer bu durum bir saçmalıksa incinin kendisini istiridyeye mahkûm etmesi gibi, ruhun da kendisini istiridye kabuğunun içine hapsetmesi gerekmektedir.” İşte tıpkı söylediği gibi, o da kendisini gerçekten bu inanışın içine kapatmış, yaşamını bu şekilde sürdürmeye devam ediyordu. Bundan kesinlikle çok mutlu olduğu da söylenebilirdi, bir taraftan insanı çeken ve kafasını bulandıran esrarlı soruları bir kenara itmeyi başarmış; diğer taraftan tertemiz, sade bir yaşantı kurabilmişti. İnsanın zihnini yoran bu tür konulara kafasını hiç yormamıştı. Kader, iyi ve kötü, varlığa karşı olmanın yolu, insanın vicdanı, hayvanın düşünceli uyurgezerliği, ölümdeki dönüşüm, mezarın içerdiği varoluşların tekrarı, ardışık aşkların inatçı “ben”e anlaşılmaz aşılanması, öz, töz, Nil ve Ens, ruh, doğa, özgürlük, zorunluluk; insan zihninin devasa başmeleklerinin eğildiği sorunlar, uğursuz karanlıklar; Lucretius, Manou, Saint Paul, Dante’nin şimşek çakan gözleriyle, sonsuzluğa sabit bakışıyla orada yıldızların parlamasına neden oluyormuş gibi görünen korkunç uçurumlar…
Her şeye rağmen Monsenyör Bienvenu; sadece gizemli soruların dış görünüşünü, onları incelemeden ve kendi zihnini bunlarla meşgul etmeden hafızasına kazıyan ve kendi ruhunda karanlığa karşı büyük saygı besleyen bir adamdı.
İkinci Kitap
Düşüş
I
Bir Yürüyüş Gününün Ardından
1815 Ekim ayının başlarında, gün batımından yaklaşık bir saat önce, yaya olarak yolculuk yapan bir adam; küçük Digne kasabasına girdi. O anlarda pencerelerinde ya da kapılarının eşiklerinde olan birkaç kasaba sakini, endişeli gözlerle adamı izledi. Yolcunun perişan hâli ve sefil kıyafetleri kasaba halkını şaşırtmıştı. Hayatının baharında, orta boylu, oldukça sağlam ve iri yapılı bir adamdı. Yaklaşık kırk altı-kırk sekiz yaşlarında olabilirdi. Deri siperlikli sarkık bir şapka yüzünü kısmen gizliyordu. Güneş ve rüzgârdan kavrulmuş yüzünden ter damlaları süzülüyordu. Boynundan küçük bir iğne ile birbirine tutturulmuş yakalı, kaba, sarı keten gömleğinden kıllı göğsü görünüyordu. Boynunda tıpkı ip gibi kalmış, eski bir kravat vardı. Altına giymiş olduğu mavi pantolonun her tarafı delikler ve kabaca yapılmış yamalarla doluydu. Sırtına geçirmiş olduğu, yeşil kumaştan yapılma eski püskü, yine deliklerle dolu bir ceket vardı. Sefil durumdaki bu garip adamın tek yeni görünen şeyi, fazlasıyla dolu olan çantasıydı. Elinde, yürürken destek aldığı büyük, budaklı bir sopa vardı. Ayakları ise öyle kötü durumdaydı ki her tarafı yırtılmış olan postallarından leş gibi olmuş hâlde görünüyordu.
Sıcak hava, ter, yürüyerek yapılmış uzun yolculuğun bütün tozu, bu sefil adamı daha ne kadar iğrenç bir hâle getirebilirdi, bilemiyorum. Saçları oldukça kısa tıraş edilmiş ve bir süredir kesilmediğini gösterecek biçimde artık biraz uzamaya başlamıştı.
Buralarda onu kimse tanımıyordu. Belli ki buralardan tesadüfen geçen bir yolcuydu. Acaba nerelerden geliyordu? Güney yönünden, belki de deniz kıyısında bir yerlerden geliyordu. Yedi ay önce Cannes’dan Paris’e giderken İmparator Napolyon’un geçişine tanıklık etmiş olan caddeden Digne kasabasına girmişti. Yaya olarak geldiği, atmış olduğu yorgun adımlarından açıkça belli oluyordu. Şehrin aşağısında yer alan antik pazar kasabasının bazı kadınları, onun Gassendi Bulvarı’nın ağaçlarının altında durduğunu ve gezinti yolunun sonundaki çeşmeden kana kana su içtiğini görmüştü. Belli ki çok susamıştı, çeşmenin başına eğildiğinde yapacak başka hiçbir işi olmayan çocuklar onun her hareketini takip ediyorlardı.
Poichevert Sokağı’nın köşesine ulaştığında sola döndü ve adımlarını belediye binasına doğru yöneltti. İçeriye girdi ve yaklaşık on beş dakika sonunda tekrar dışarı çıktı. Kapının yanındaki, daha önce General Drout’nun 4 Mart tarihinde korkmuş Digne halkına Juan Savaşı’nın ilanını okumak için çıktığı taş sırada oturan jandarmayı, başındaki o sefil kasketi ile selamladı ve yürümeye devam etti. Jandarma, adamın selamına karşılık vermek yerine; ardından uzun süre şaşkınlıkla onu izledi ve sonrasında arkasını dönüp belediye binasından içeri girdi.
O zamanlarda, Digne kasabasında Croix-de-Colbas adlı güzel bir han vardı. Bu han, Grenoble’da Üç Yunus Hanı’nı işleten ve Guides’da hizmet eden başka bir Labarre ile kurduğu ilişki nedeniyle kasabada saygın bir adam olan Jacquin Labarre adında birine aitti. İmparator’un karaya çıkması sırasında, Üç Yunus Hanı’yla ilgili olarak ülke çapında birçok söylenti yayılmıştı. General Bertrand’ın arabacı kılığına girerek ocak ayında oraya sık sık geziler yaptığı, askerlere şeref haçları ve vatandaşlara bir avuç altın dağıttığı da söylentiler arasındaydı. Gerçekte ise İmparator, Grenoble’a girdiğinde vilayetin hanına yerleşmeyi kabul etmemiş: “Burada tanıdığım yiğit bir adamın evine gidiyorum.” deyip belediye başkanına teşekkür ederek Üç Yunus’ta kalmıştı. Üç Yunus Hanı’nın sahibi olan Labarre’nin namı çevreye öylesine yayılmıştı ki onun muhteşem etkileri kilometrelerce uzaktaki başka bir Labarre olan Croix-de-Colbas Hanı’nın işine yaramıştı. Kasabada onun için, “Bu adam Grenoblelı adamın kuzeni oluyormuş.” söylentileri yayılmıştı.
İşte kasabaya giriş yapmış olan bu sefil görünümlü adam da belediye binasından sonra adımlarını doğrudan bu hana yönlendirmişti. Kapıdan içeri girer girmez mutfağa daldı. İçerideki bütün sobalar yakılmış, şöminede büyük bir ateş neşeyle parlıyordu. Aynı zamanda hanın başaşçısı da olan mülk sahibi, içeride büyük bir ziyafet veriyordu. Yüksek sesli konuşmalar, kahkahalar, bitişik binada arabacıların atlarıyla meşgul olmalarından dolayı oluşan gürültü arasında adam; mükemmel bir akşam yemeğinin hazırlıklarıyla meşguldü. Bu şekilde şehirden şehire yolculuk eden tüm gezginler gayet iyi bilir ki hanlarda düzenlenen böylesi ziyafetler pek kıymetlidir. Ateşin üzerinde nar gibi kızaran keklikler ve şişman yaban tavuklarının kokusu her yeri sarmıştı. Ocağın üzerinde Lauzet Gölü’nden yakalanmış iki büyük sazan balığı ve Alloz Gölü’nden yakalanmış büyük bir alabalık pişiyordu.
Kapının açıldığını ve yeni birinin girdiğini gören han sahibi, gözlerini ocaktan kaldırmadan:
“Bir şey mi istediniz, efendim?” diye sordu.
“Yiyecek ve kalacak bir yer.” dedi adam.
“Bundan kolay ne var.” diye yanıtladı han sahibi. Tam bu sırada da başını kaldırarak içeriye giren adama baktı ve hemen ardından da “Bedelini ödediğiniz sürece.” diye ekledi. Adamın görüntüsünden, yüzünün ifadesi anında değişmişti.
Adam, gömleğinin cebinden büyük bir deri kese çıkardı ve “Benim param var.” dedi.
“O zaman hizmetinizdeyiz.” diye yanıtladı han sahibi.
Adam kesesini yeniden cebine koydu, sırtındaki çantasını indirip kapının yanında duvara dayadı ve sopasını elinde tutmaya devam ederek ateşe yakın alçak bir tabureye çöktü. Digne, dağlık bölgeye çok yakın konumda olduğundan ekim ayında akşamları hava oldukça soğuk olurdu.
Hanın sahibi bir taraftan işleriyle uğraşırken bir taraftan da yeni gelen adamı sürekli göz hapsinde tutuyor, onu dikkatlice süzüyordu.
“Yemek