“Evet… Ve biz hep… Yani demek istediğim… Ben senin gibi konuşamıyorum Anne. Ama eski ‘yeminimizi, andımızı ve sözümüzü’ tuttuk, değil mi?”
“Her zaman tuttuk hem de. Her zaman da tutmaya devam edeceğiz.”
Anne, Diana’ın elini tuttu. Kelimelerle ifade edilemeyecek tatlı bir sessizlikle oturdular uzun süre. Uzun akşam gölgeleri çimlerin, çiçeklerin ve ötedeki çayırların yeşilliklerine düşüyordu. Güneş battı. Gökyüzünün gri pembe tonları ağırbaşlı ağaçların arkasında derinleşerek soldu. Bahar alaca karanlığı artık kimsenin üzerinde yürümediği Hester Gray’in bahçesini ele geçirmişti. Nar bülbülleri, akşam havasını flüt misali ötüşleriyle şenlendiriyorlardı. Büyük beyaz kiraz ağaçlarının üzerinde koca bir yıldız belirdi.
“İlk yıldız her zaman mucizedir.” dedi Anne hülyalı bir şekilde.
“Sonsuza kadar burada oturabilirim.” dedi Diana. “Buradan ayrılma düşüncesinden nefret ediyorum.”
“Ben de. Ama ne de olsa on beş yaşındaymışız gibi davrandık sadece. Ailemizle ilgili meseleleri hatırlamamız lazım. Şu leylaklar ne kadar da güzel kokuyorlar öyle! Leylak tomurcuklarının kokusunda çok da masum olmayan bir detay olduğu senin de dikkatini çekti mi hiç Diana? Gilbert bu düşünceme gülüyor. Leylakları çok seviyor. Ama bana sanki gizli, çok tatlı bir şeyi hatırlıyorlarmış gibi geliyorlar.”
“Ev için çok ağır kokuları var bence.” diyen Diana, çikolatalı pastanın kalanının bulunduğu tabağı kaldırıp hasretle baktı. Sonra kafasını sallayıp yüzündeki soylu ve inkârcı ifadeyle sepete koydu.
“Eve dönerken Aşık Yolu’ndan yürüdüğümüzde eski hâllerimizle karşılaşsak çok eğlenceli olmaz mıydı Diana?”
Diana hafifçe ürperdi.
“Hayır… Bence hiç eğlenceli olmazdı Anne. Havanın bu kadar karardığını fark etmemişim. Gün ışığında böyle hayaller kurmakta bir sorun yok ama…”
Gün batımının görkemi arkalarındaki eski tepede, unutulmamış sevgileri kalplerinde alev alev yanarken sessizce, sevgiyle döndüler evlerine.
BÖLÜM 3
Anne keyifli günlerle dolu haftasını ertesi sabah Matthew’ün mezarına çiçekler götürerek sonlandırdı ve öğleden sonra Carmody’den eve giden trene bindi. Bir süre geride bıraktığı çok sevdiği eski şeyleri düşündü ama sonra düşünceleri kendisini bekleyen çok sevdiği yeni şeylere yöneldi. Yol boyunca kalbi şen şarkılar söyledi çünkü neşeyle dolu bir eve dönüyordu. Eşiğinden adım atan herkesin bir yuva olduğunu bildiği bir evdi bu. Kahkahalar, şapşallıklar, fotoğraflar ve bebeklerle dopdolu bir ev… Kıvırcık saçlı tombik bacaklı dünya tatlısı yaratıklar… Koltukların sabırla beklediği kendisine kucak açan salonu ve dolabında hasretini çeken elbiseleri… Her türden yıl dönümünün kutlandığı ve küçük sırların fısıldandığı bir ev…
“Eve gidecek olmak çok keyifli bir duygu.” diye düşündü Anne ve çantasından küçük oğlunun yazdığı bir mektup çıkardı. Bu mektubu bir gece önce neşeyle gülerek okumuş, Green Gables ahalisine gururla göstermişti. Çocuklarının herhangi birinden aldığı ilk mektuptu bu. Okula sadece bir yıl önce başlamış olan yedi yaşındaki bir çocuk için iyi yazılmış bir mektuptu. Gerçi Jem’in imlası biraz belirsizdi ve kâğıdın üst köşesinde koca bir mürekkep lekesi vardı…
“Di bütün gece ağladı da ağladı çünkü Tommy Drew bebeğini yakacağını söylemiş. Susan bize geceleri çok güzel hikâyeler anlatıyor ama o sen değil anneciğim. Susan dün gece pancar ekmeme izin verdi.”
“Onlarsız geçirdiğim bir haftada nasıl mutlu olabildim?” diye düşündü Ingleside’ın sahibesi kendini azarlayarak.
“Bir yolculuğun sonunda seni karşılayan birilerinin olması ne kadar da güzel!” diye haykırdı Glen St. Mary’de trenden inip Gilbert’ın kollarına atladığında. Gilbert’ın kendisini karşılayacağına emin olması asla mümkün değildi. Hep ölen ya da doğan birileri oluyordu çünkü. Ama eşi kendisini karşılamadığında eve dönüş olması gerektiği gibi keyifli olmuyordu. Üstelik yepyeni çok güzel açık gri bir takım giymişti! “Kahverengi takımımla beraber krem rengi süslü bluzumu giydiğim çok iyi oldu. Bayan Lynde, bu kıyafetin yolculuk için uygun olmadığını, bunu giymenin çılgınlık olacağını söylemişti. Ama eğer giymeseydim Gilbert için yeterince güzel olmayacaktım.” diye düşündü.
Ingleside, verandaya asılmış Japon feneriyle ışıl ışıl aydınlanıyordu. Anne, zerrinlerle çevrili bahçe yolu boyunca neşeyle koştu.
“Ingleside, ben geldim!” diye bağırdı.
Çocuklar bağırıp çağırarak, kahkahalar atarak sardılar etrafını. Susan Baker arka tarafta ağırbaşlı bir tebessümle duruyordu. Çocukların her birinin ellerinde annelerine vermek üzere tuttukları birer buket vardı. İki yaşındaki Shirley’de bile vardı bu çiçeklerden.
“Ah, bu ne kadar da güzel bir karşılama! Ingleside’a dair her şey çok mutlu görünüyor. Ailemin beni gördüğüne bu kadar sevindiğine şahit olmak muhteşem bir şey.”
“Eğer bir daha evden gidersen apandisit olacağım.” dedi Jem ciddiyetle.
“Nasıl alacaksın ki?” diye sordu Walter.
“Hişşş!” diyen Jem, Walter’ı gizlice dürtüp şunları fısıldadı, “Bir yerlerde bir ağrı var. Biliyorum. Annemi bir daha gitmemesi için korkutmak istiyorum sadece.”
Anne’in yapmak istediği onlarca şey vardı. Herkese sarılmak, alaca karanlıkta dışarı fırlayıp hercai menekşe toplamak gibi şeylerdi bunlar. Ingleside’ın her yerinde hercai menekşe bulmak mümkündü. Kilimin üzerinde duran epey yıpranmış oyuncak bebeği yerden almak, keyifli ve heyecanlı dedikodular duymak istiyordu. Herkesin söyleyecek bir şeyi vardı. Mesela Nan, Doktor hastalarından biriyle ilgilenmek için dışarı çıktığında vazelin kutusunun kapağını açıp burnuna götürmüştü ve Susan’ın o sırada aklı çıkmıştı, “Çok zor bir zaman olduğuna emin olabilirsiniz Bayan Blythe…” Sonra, Bayan Jud Palmer’ın ineği elli yedi tane çivi yemiş, Charlottetown’dan veteriner getirtmek zorunda kalmışlardı. Kafası dalgın Bayan Fenner Douglas, kiliseye