Feylesof düşünür. Dünyayı dolduran halk kalabalıklarının siyaset, ahlak ve ekonomice olan gidişleri doğru olaydı, bugün her memleketi kasıp kavuran sosyal fenalıklar azalmış olurdu. Böyle olunca, asıl doğruluk belki halk gidişinin zıttına davranıştadır.
Oğullarını sünnet ettirmedi. “Ne münasebet!” diyordu. “Allah’ın bunca farzları ihmal edilirken, sünnetin yalnız bu kaydına, bu derece dikkatli olmak neden ileri geliyor? Yavrulara Müslümanlığın ilk cezası gibi bu acıyı çektirmekte ne mana var? Tabiat, vücudumuzda fazla bir şey yaratmamıştır. Böyle sanılanlar henüz vazifeleri bilinemeyenlerdir. Sünnet, tıpkı dudağını yaran, yüzünü delen, bir kısım derisini yüzen ilk kavimlerin davranışlarını andıran bir vahşiliktir. Vücutlarımızdaki herhangi bir organımızı budarsak tabiata karşı küfranla kendi kendimizi markalamış oluruz. Pek tuhaf şey, cennete gitmemize bu deri parçasının engel olacağını zannetmek, yaratılıştan olan bu kapağı gövdemizden koparıp atmak bir ibadet değil, Yaradan’a karşı bir isyandır.”
Feylesof, bu vahşi âdet lehinde yazan doktorların makalelerini de okumuştu. Onlara şu cevabı veriyordu: “Düşününüz efendiler, dünyadaki insanların milyonda kaçı sünnetlidir? Ve sünnetsizlik yüzünden ne kadarı hangi illetlere uğramışlardır? Böyle bir istatistik gösterebilir misiniz? Bu ameliyatın meydana getirdiği eksikliğin fizyolojik fena tesirlerinden söz açacak olursak ilim bakımından taraftarlarım çoğalır. Eğer sünnetin sandığınız faydası açık olaydı, şimdiye kadar bu âdet de, çiçek aşısı gibi medeni dünyanın her tarafında yayılmış olurdu.”
Yine feylesofu dinleyelim:
“Çocuklarıma din öğretmiyorum. Kant’ın dediği gibi, Allah var olsa bile, vücudu akıl ile ispat olunamaz. İspat olunamayan şey üzerine kurulan temelsiz dinleri hangi uçlarından tutabiliriz. Onun içindir ki, bunları biraz kurcalayınca manasızlıklar, zıtlıklar, çatışmalar sırıtır durur. Hiçbir yalanlama sesi çıkaramayan bu sonsuz bilinmezliğin mutlakiyetinden cesaretlenen yalancılar, onun adına uydurmadıkları gülünç masal bırakmadılar. Allah’ın yasak kıldığı yalanın bir günahı olaydı, önce bu yalancıların dilleri tutulurdu. Yüzyıllardan beri çocuk hikâyelerini geride bırakan kaba saba efsaneler… Kâh gökten melek indirirler kâh göğe insan çıkarırlar. Tevrat zamanından beri insanların akılları bir arpa boyu serpmedi mi ki? Hâlâ o menkıbe, hâlâ o saffet, hâlâ o cehalet? Kendim inanmadığım bir akideyi çocuklarıma nasıl öğretebilirim. Dinî moral sağlam olamaz. Bu, tıpkı çocuğa, ‘Uslu otur. Yükte umacı var. Çıkarsa şimdi seni yutar!’ demek gibi bir korku vermeye benzemez mi? Çocuk büyüyüp de yükten umacı çıkmayacağını anladığı gün, yapacağını yapar, artık önüne geçilmez. Din adına bize telkin edilenlerin hep yalan olduğunu anlayınca, yüreklerimizden dine ve dindarlara karşı bir gülümseme kabardı. Çocuklarım daha ufak iken benden sormuşlardı: ‘Baba, Allah’ın evi var mıdır? Nerede oturur?’ Belki benden başka çocuk babaları da bu çeşitten suallerin karşısında kalmışlardır. Yalanın büyük ahlaksızlık olduğunu onlara anlatmaya uğraştığımız hâlde, Hak Teala hakkında ya bile bile veya bilgisizlikten en küçük çağlarından bu yavrucaklara yanlış bilgi vererek bu kötülüğü biz yapmış oluyoruz. Bu ince mesele, pedagojinin en başına geçirilecek bir ehemmiyettedir. Birçok terbiye kitaplarında gördüğüm öğütler ise hiç hoşuma gitmedi. Ahlak, itikat ve gerçek terbiye çekirdeğinin meydana geleceği sırada çocukların kafalarını hurafelerle doldurmayı doğru bulanlardan değilim. Körpe dimağlara çakılan bu taassup çivilerini bazen oradan sökmenin güç olacağını düşünmeliyiz. Ne yetiştirmek istiyoruz? Çömez mi, insan mı?
Çocuğun bu sorduğuna, eski mahalle mektebi hocalarının verecekleri hazır cevabı tekrarlayacak değilim. Fakat ne diyeceğim? Güç mesele. Bizde hiçbir çocuk babasının böyle bir endişeye düşmüş olmasına ihtimal veremiyorum. Çocuklara, büyüklerin anlayamadıkları Allah’tan söz etmek, körpe dimağlarına sağlam fikir tohumları saçacak yerde, o yaştakileri ahiretin cehennemiyle korkutmak, cennet mükâfatıyla morallendirmek ve sonra onlardan hayatta müspet yararlıklar beklemek, bir çocuğu olmadık şeylere inandırmayı istemek, onu aptallaştırmaya uğraşmak demektir. Dürüst, pozitif düşünebilmek hususundaki zekâlarını boza boza zavallıları hiçbir şeyi doğru muhakeme edemeyecek bir hâle getirmek… Bununla beraber iş, çocuğun bu sualini büsbütün cevapsız bırakmanın da sakatlıklarını gösterecek bir incelikte idi. Hemen dedim ki: ‘Çocuğum, bu, büyük bilginlere ait bir iştir. Allah’ın ne olduğunu anlamak için derin bilgiler lazımdır. Büyüyüp de çok şeyler öğrendiğiniz zaman, siz de bu mesele ile uğraşabilirsiniz.’ ”
Feylesof, rast geldiği dost veya düşmanlarıyla açıkça görüşürdü.
Evinde nasıl vakit geçirir? Bir-i mübareğin yanına hasırını serer. Üzerine ufak şilte, yastıkları dizer. Kuyudan çektiği soğuk suya yemişleri atar; bir tarafına da felsefe kitaplarını yığar, dut ağacının gölgesi altında kâh yatar kâh yemiş yer kâh okur. Kendini en muhteşem saraylarda, köşklerde, en ferah yalılarda oturanlardan bahtiyar bilir.
Okumaları sırasında ara sıra coşar, kendinden geçer. İnanmadığı Allah’ı arar gibi alaylı gözlerini göğe diker. Şikâyetini göstermek ister gibi, ellerini havaya uzatarak der ki: “Hey Allah’ım! İnsanlar kendilerini, söyleşebilecekleri manevi bir muhataba muhtaç gördükleri için kalplerinde seni yaratıyorlar. Niçin milyarlarda ancak bir ikimizin idraklerini açık bırakıp da ötekileri koyun sürüsü yapıyorsun? Eserlerini okuduğum bu feylesoflar, bu harika büyük kafalar neler söylememişler, neler yazmamışlar? Ama kimin kulağına girmiş ki? Giriyor ki? Bu sağır, kör, ahmak insanlığın beyni kendi için olan bütün yüksek hislere kapalı. Geçen yüzyıl feylesofunun teorisini bu zamanda tekrarlayacak oldum. Başıma kıyametler koptu. Onlara hoş gelecek bir eser yazmak için ilmin üst tabakalarından, ağılın dar ve hayvan kokan düzlüğüne inmeli, onlarla beraber melemeli.”
10
Feylesof Mualla Efendi’nin mahalleye yayılmış dinsizliği bütün yürekleri ona karşı çevirmiştir. Artık o, şeytanlaşmış, tiksinilecek biri, bir uğursuz sayılır. Mahallede bir kaza, esef edilecek bir hâl meydana gelse hep onun şerrinden, meymenetsizliğinden bilinir. Ara sıra gizli eller evini taşlıyorlar, tebeşirler bahçe duvarlarına, kaplamalara, kapılara çirkin sözler yazıyorlar, içeriye hakaret, gözdağı mektupları atıyorlar.
Feylesof kendi kendine düşünüyordu: Ne tuhaf insanlar bunlar! Benim itikatsızlığımdan onlara bulaşan bir fenalık mı var? Herkes aklının varışı kadar düşünmekte hür değil mi? Halkın zihinlerini statik bir hâlde tutan, muhakemelerini durduran asırlardan beri klişeleşmiş itikatları ben hazır lop yumurta gibi yutup da nasıl hazmedebilirim? Onlar benden mürailik23 istiyorlar. Başımda sarık, elimde tespih, koltuğumun altında koca bir tefsir ile beş vaktin namazını camide eda etmiş olsam, o zaman mübarek bir zat sayılırım. Elim öpülür, duam alınır… Şu şekildeki kaba bir mürai ile benim gibi açık yürekli bir feylesofun arasındaki büyük farkı takdir edemiyorlar.
İnsan Önce Maymun mu idi? kitabından sonra, halkın feylesof için beslediği nefret ve öfkesi büsbütün arttı. Mahalle kahvesinde onun için şöyle dedikodu yapılıyordu:
Salih Efendi: “Okudunuz mu şaheseri? ‘Önce biz maymun muyduk?’ diye herif soruyor.”
Nuri Bey: “Kimden soruyor?”
Salih Efendi: “Senden, benden…”
Nuri