Enis Buharî: “Aman beyefendi, ne söylüyorsunuz? Hak, kulp takılmaya muhtaç mıdır? Gökten inmiş kitaplara kulp takılır mı? Mesela İnne rabbikümullahi ayet-i kerimesi dururken dünyanın yaratılışı hakkında Frenk kitaplarının, jogoloci mogoloci, kokoloci kakaloci filan diyerek karıştırdıkları milyonların, milyarların, kıtipiyozların saçmalarına inanılır mı hiç? Kakalociyi söyleyenler Mösyö Corcaki veya Baron Kofticiyan yahut Sinyor Morşalaki değil mi? İnsaf ederek biraz düşünelim, ötekini söyleyen kimdir? İman nuruyla aydınlanmış aklıselim, hangisine inanır? Allah kimseyi şaşırtıp da imandan ayırmasın.”
Ali Hulki Bey, bu sözleri dudaklarını ısırıp gözlerini büyülterek dinledi dinledi, sonunda avucunu hocanın ağzına dayarcasına bir susma işareti vererek:
“Susunuz Molla Efendi, pabuçlarınızı yanı başlarınıza saklayıp da yüksek kürsüde yumruğunuzu tahtaya vura vura enine boyuna taassup kabartmaktan sizi alıkoydukları günden beri birikmiş vaiz zehirlerinizi dökmek için galiba vesile buldunuz. Kur’an’da, gerektiği zaman zamanın yeniliklerine uymak için de çok işaretler vardır. Fakat kör taassupla yumulan gözleriniz bu izinleri görmüyorlar. Trablusgarp’tan tutunuz da Fas’a kadar gidiniz, içerilere ininiz. Bütün Afrika’yı, Hicaz’ı, Yemen’i, Hint’i, Cava’yı dolaşınız. Hep oradaki Araplar, Müslümanlar Kur’an’a sizin gibi mana verdikleri için kendi kendilerini afyonlayarak uyuştular. Beğenmedikleri keferenin elinde yarı esir hâline düştüler. Muharebede sığındırıldıkları haç gölgesi altında hilale kurşun atmak zorunda kaldılar. Peygamberin maksadı ise bu değildi. Bugün birçok Müslüman krallıklar, sultanlıklar, İngiliz, Fransız ağları içinde kıpırdanamaz bir kötürümlüktedirler. Yine bugün radyolardan, telefonlardan, şimendiferlerden, otomobillerden, tayyarelerden, şaşırılıp kalınacak türlü fabrikalardan tutunuz da evlerimizdeki dikiş ve kıyma makinelerine kadar hepsi ‘gâvur icadı’ diye hor gördüğünüz ellerin, hayatı kolaylaştırmak için meydana getirdikleri hayırlı eserlerdir. Yabancı dil bilmeyi yalnız hakir görmekle kalmıyor, âdeta günah sayıyorsunuz. Bu kaba taassuba karşı insan ne diyeceğini şaşırıyor. Taassup, cehaletin öz ve kör oğludur. Kendi göremediği için, kimsenin doğruyu seçmesine, bilmeye uğraşmasına dayanamaz, ister ki insanlar yirmi asır evvelki geriliklerinde demir atıp kalsınlar…”
Enis Buharî: “Beyefendi, artık yetişir… Biz fikrimize uyar bir kimse ararken yine karşımıza bir itirazcı çıktı. Biz, sizi imana getiremeyeceğimizi anladık. Fakat siz de bizi tanrıtanımazlığa düşürebilmeyi aklınızdan geçirmeyiniz. Çok dil bilenin, çok gezenin neticesi buna varıyorsa bırakınız biz kendi köşemizde Hak ile yüz yüze yalnızlıkta kalalım.”
Ali Hulki Bey sabırsızlıkla: “İşte bu kadar. Zaten almış olduğunuz dinî afyonun miktarı, bir daha ondan uyanabilmenin derecesini çoktan geçmiştir.”
“Siz de Furkan-ı Azim’in21 ‘Biz, onların Hakk’a idraklerini kapadık, ebediyen doğruyu göremeyerek asi, münkir kalacak ve yanacaklardır!’ dediği cehennemliklerdensiniz.”
“İlim, akıl, mantık çevresinde bahsi kazanamayınca, hasmınıza bu ateşli cehennem sopalarıyla saldırmak âdetinizdir. Birbirimizi inandırmaya imkân olmayan bu bahsi geçiyorum. Size ehemmiyetli başka bir ihtarda bulunacağım. Ben, yanınıza gelmeden evvel ikiniz baş başa konuşurken, Feylesof Mualla Efendi’yi pataklamak kararına dair aranızda söz ediyordunuz, işittim. Gizli veya aşikâre böyle bir işe kalkıştığınız zaman en önce şiddetle karşınıza çıkacaklardan biri de ben olduğumu unutmayınız.”
İki hoca bozuntusu ile hakiki bir ilim dostu arasında yavaştan başlayan bahis kızışa kızışa bu son kerteye gelmişti. Sürdüğü hâlde de bir tarafın ötekini inandıracağı yolunda bir fayda beklenmedikten başka, fazla kızışmak istidadını alan kafalardan esef verici bir hâl çıkması ihtimali de vardı. Onun için, Ali Hulki Bey, Feylesof Mualla’yı koruma hakkındaki sözünü bir daha tekrarlayarak çekildi.
Hocalar, mülhit saydıkları bu ikinci muarızlarının arkasından kindar gözlerle bakakaldıkları sırada, Enis Buharî lahavle yollu başını sağa sola çevirip yüzünü buruşturarak: “Mevlana, insanların maymundan gelme bahsini bizim kadar ciddiye alan yok. Kimse buna kızmıyor, gülüp geçiveriyorlar. İçime büyük bir şüphe düştü.” dedi.
“Muhterem fazıl, ne gibi şüphe?”
“İnsanları soylu soysuz iki kısma ayırıyorum. Soylular temiz cetlerden gelenler. Soysuzlar maymun soyundan doğanlar… Aramızda maymun tabiatlılar çok var. Çıplaklıktan utanmayanlar, Hibo’nun şebeği gibi dans edenler, ellerine geçenleri hemen yutanlar, her ne görürlerse taklide yeltenenler, manasız laflar söyleyenler, insani dili anlamayanlar, gelgeç huylu maymun iştahlılar, yüksek ilahi histen yoksul olanlar, bir şeye kızdıkları vakit yaygara kopararak dişlerini gösterenler… Daha ne söyleyeyim, suratı insan, yaradılışı maymun olanlar…”
“Sonunda İngiliz feylesofu Mistır Darwin’in kavline mi yatacağız?”
“İnsanlıklarının şerefini bilmeyip de maymunlukta övünme sebebi arayanlara siz hayvan değilsiniz demek bize mi kaldı? Cenabıhak nelere kadir değildir. Belki insan suretinde maymun, maymun şeklinde insan yaratmıştır. Anamızı babamızı tenzihen söylüyorum ki bana da şüphe gelir gibi oldu…”
“Böylelerine hayvan muamelesi mi yapmalı? İnsan muamelesi mi? İnsanlık kütüğünde böylelerinin mevkileri nedir?”
“Çingene en soysuz saydığımız bir nesildir. Fakat insanlığı bakımından maymundan bir tabaka yukarıdır.”
“Bu sözden ne netice çıkıyor?”
“Maymunluğu nefislerinde kabul edenlerin çingeneden de bir tabaka daha aşağı olduklarını anlatmak istiyorum.”
“Bu soysuzlardan pak insanlığımıza maymunluk bulaştırmamak için ne yapmalıyız?”
“Şeytan aleyhüllaneye yapılanı yapmalıyız.”
“Yani recmetmeliyiz, öyle mi?”
“Elebaşı feylesoftan başlamalı. Rast geldiğimiz yerde bunları bir âlâ taşlamalıyız.”
9
Bizde halkça “feylesof” sözüne verilen mana pek hoşa gidecek gibi değildir. Bu sıfatı taşıyan insan, dince ve ahlakça aldırışsız tanınır. Ahirete, cennete cehenneme inanmaz. Toplumları disiplin altında tuttuğu sanılan bu korkulardan kendini hariç tutar. Bu açık düşünüşüyle herkesin gidişlerine hiç uymayan zıt taraflara sapıtır.
Feylesof Mualla Lahuti Efendi, konu komşunun alaylı bakışlarıyla üzerine yığdıkları işte bu kocaman suçların ağırlıkları altında yaşıyordu.
Bütün bu kabahat kümesi üzerine tüy diken sunturlu bir şey daha vardı: Maymunluk Teorisi. Feylesofun bu teori ile uğraşması etrafça birçok yanlış anlaşılmalara, fena yorumlara yol açmıştı. Maymunluk teorisi, bütün insanlığı içine aldığı düşünülmeden, yalnız feylesof ve ailesine mal ediliyordu. Sanıyorlardı ki, Mualla Efendi’nin maymundan bir akrabası varmış. Tutulduğu yerden nasılsa zincirini koparıp kaçmış. Zavallı adam şimdi bu kuyruklu amcasını arıyormuş. Roma’nın ilk hükümdarı Romulus gibi, tarih masallarında nasıl kurt ve köpekle karışmış insanlar varsa bu da öyle olmuştu. Feylesofun akrabasından bir kadın, maymunu bol bir ormanda kaybolmuş. Orada epeyce bir zaman kaldıktan sonra, kucağında bir çocukla evine dönmüş… Halkın dedikodusu durmayıp işleyen bir dişli çarktır. Kurtulmaya uğraştıkça, daha çok tutulursunuz.
Mualla