Ali Salahi: “Bu söylediğiniz, medeni insanlar arasında olmaması gerekli ve terbiye düsturuna ait bir iş, öteki anatomi kompareye6 ve paleontolojiye ve daha başka şeylere ait bir bilim meselesi…”
Enis Buharî Efendi sinirli bir söyleyişle: “Lafa böyle ‘kumbara mum-bara, loji moji’ karıştırıyor ve buna da ‘ilim’ diyorsunuz. En sonra da insanlık hesabına baba olarak bir ayı, bir maymun, ana olarak da bir kancık çıkarıyorsunuz. O herif, bastırdığı kitapta neuzubillah7 ne haltlar karıştırmış! Biz hepimiz solucandan gelmişiz. Solucanın geldiği babanın da tek bir deliği varmış. Yeme, içme ve dışarı çıkma hep bu tek delikten yapılıyormuş. Bulantı duymadan bu saçmaları okumak elden gelir mi? Bu herif haşa Mualla Lahuti değil, imansız bir Yahudi.”
Latif Sezai: “Evet, Feylesof Mualla Efendi burada başyazarımızın odasındadır. Fakat onunla matbaamızda bu şekilde münakaşaya müsaade edilemeyeceğini size hatırlatmak zorundayız.”
Enis Buharî: “Efendim, biz icabında münazara adabına riayeti de biliriz.”
Ali Salahi: “İşte bu riayette gayet dikkatli olmanız şartıyla onunla görüşebilirsiniz.”
Enis Buharî: “Bu ana kadar biz nelere eyvallah demedik ki, buna da ya sabır çekmeyelim?”
İşi anlatmak için, yazarlardan biri tekrar başyazarın odasına gider ve döner. Enis Buharî’nin beklenildiğini söyler.
Bu adam, yazarlara kısa temennalar8 ettikten sonra, salıntılı bir yürüyüşle odadan dışarı çıkar.
Atıf Nuri: “Bu zat, bir yobaz eskisine benziyor.”
Ali Salahi: “Evet, çarpık kasketinin altında yasak sarık sırıtıyor gibi bir hâlde…”
Latif Sezai: “Bakalım verdiği sözü tutacak mı? Yoksa orada bir gürültü mü kopacak?”
Enver Hakkı: “ ‘Ya sabır çekerim!’ dedi ya…”
Fikret Şükrü: “O, medresede evrat çekmeye9 alışmıştır.”
Hep birden gülüştüler.
3
Başyazar ile feylesof arasında konuşma orta hâllice sürüp gitmekte iken Enis Buharî Efendi odaya girdi. Yarım bir kımıldanışla ona yer gösterdiler, ilkin birbirini tartar gibi gözden göze bir bakış oldu. Sonra, feylesof biraz hışırca bulduğu hasmına karşı hafif bir gülümseme ile söz açarak: “Eserimle efendi hazretlerini çok öfkelendirmiş olduğuma teessüf ederim. Kâğıt üzerindeki tekdirleri yeteri kadar bulamayarak galiba şimdi de yüz yüze kavgaya geldiler.”
Enis Buharî Efendi yüreğinde kaynayan taşkın taassup ateşini yenmeye uğraşarak: “Hayır efendim, estağfurullah, kavgaya değil, âcizane ricaya geldim. Kul kusursuz olmaz. Nasılsa kocaman bir hata işlemişsiniz. Sözünüzü geri alınız.”
Feylesof: “Maksadınızı açık açık söyler misiniz?”
Enis Buharî: “Gerek sizi ve gerek size aldanacak saf yüreklileri büyük bir vebalden korumak için söylüyorum. Maymundan insan doğmaz. Bu hakikati pekâlâ siz de bilirsiniz; ama Darvin marvin diye birtakım İngiliz, Fransız, Frenk dedikodusuna kapılmışsınız.”
Feylesof: “Yanlışlık bende değil, sizde… Ben, bir maymunun birdenbire insan doğurduğu iddiasında bulunmadım. (karşısındakine dikkatle bakarak) Sizi şimdi daha iyi tanıdım. Siz, eski vaizlerdensiniz. Bayezit Cami’nin Kaşıkçılar kapısında halkı irşat ederdin. Eserlerinden bir satırını bile okumadığınız Moliere’e, Voltaire’e atardınız kantarlıyı…”
Enis Buharî biraz bozularak: “Canım efendim, neye lazım, o eski yaprakları kapayınız şimdi… Sözümüzden ayrılmayalım. İnsan, insandır. Maymun, Cenabı hallakı Kerim’in yarattığı büsbütün başka maskara bir hayvandır. Hak Teâlâ ve Takaddes hazretleri adamı balçıktan yarattı, uyluğundan Havva’yı çıkardı. Âdem’e secde etmelerini meleklere emir buyurdu. Bütün melekler, Âdem’in huzurunda secdeye vardılar. Şeytan, aleyhüllane, kibr ü gururundan bu emre itaat etmedi. Cennetten kovuldu. Hasetten, yeryüzünde beniâdeme musallat oldu. Şimdi her an onları yanıltıp şaşırtma ile uğraşıyor. Emin olunuz feylesof efendi, sizi de şaşırtan odur. Bastırdığınız o küfürnameyi toplatıp yakınız. Din kardeşliği koruyuculuğu ile acırım size! Tövbe istiğfar ediniz.”
Feylesof Mualla Efendi, başyazar beyin yüzüne baka baka bu küçük vaazı büyük bir tahammül sıkıntısıyla dinledikten sonra, eski vaize dönerek: “Hocam.” dedi. “Yine eski huyunuzdan vazgeçmemişsiniz. Bu sözleriniz çok kimsenin uğramadığı tenha bir mescidin köşesinde, sekiz on saf yürekliye karşı ballandırılacak günü geçmiş vaazlardandır.”
Enis Buharî Efendi aşır okur gibi bir sallandıktan sonra: “Sizin, Allah’a ve emirlerine itikadınız yok mu?”
Feylesofun ağzından dik, kısacık bir cevap fırladı: “Yok…”
“Neuzubillah…”
“Dünyaya, her kavmi birbirine düşürecek zıt emirler gönderip de hâlâ sözünü yürütmeye muvaffak olamayan sizin Allah’ınıza itikadım yok…”
“Demek, bir mülhitle karşılaşıyorum. Sizin Allah’ınız, bizim Allah’ımız olur mu? Bu nasıl söz?”
“Olur… Siz, Allah diye, Göksu testisi gibi lüleci çamurundan insan yapan adi bir fabrikatör tanıyorsunuz. Felsefe ise, gözlere görünmeyecek kadar küçük bir tohuma, sonu gelmeyecek nesiller sığdıran büyük kuvveti aramakla uğraşıyor.”
Enis Buharî Efendi’nin gırtlağı fıskiye üzerindeki yuvarlak gibi, aşağı yukarı oynuyordu. Besbelli ki, zavallı adam, içinden ya sabır çekip duruyordu. Sordu: “İlk âdemin topraktan yaratılmayıp da maymundan geldiğine mi inanıyorsunuz?”
“Ben, bu ciheti eserimde uzun uzadıya anlattım. Dikkatli okumamışsınız. Siz, büyütmek istediğiniz Allah’ı, ona yaptırdığınız insan gibi hâllerle küçültüyorsunuz. Onu, çamurdan adam yapan kaba bir heykel yontucusu derecesine indiriyorsunuz. Şeytana bile sözünü geçiremiyor. Uşağına kızan bir patron gibi onu cennetten kovuyor. Aleyhillane, patrondan öç almak için dünya yüzünde isyan bayrağını açıyor, ortalığı birbirine katıyor, Cenabıhak bizzat kendinin bile başa çıkamadığı meluna yenilmiş olan insanları cehenneme atıyor. Hep bu sözler, dinleyenleri ayakta uyutacak masallardır. Vaiz Efendi hazretleri, sizin bana acıdığınızdan çok, ben size acıyarak bakarım. Hakikatte acınacak ben değilim, sizsiniz. Bu ehemmiyetli sözlere melek, şeytan, bir elde topraktan yapılma Âdem, Havva karıştırılamaz.”
Enis Buharî Efendi merakla boynunu uzattı ve hâlâ sırtında bol yenli cüppesi varmış gibi, kollarını sallayarak: “Kitaba inanmayalım. Allah’ı tanımayalım. Ya bu âlem nasıl meydana geldi?”
“Alem, daha doğrusu âlemler meydana gelmedi, hep bunların mayaları olan ‘eter’10 ezelden beri vardı. Bütün kâinatı içine almış görünen fezanın yokluğu farz olunabilir mi? Hiçbir Allah, hiçbir kuvvet bu sonsuz şeyi havası kaçmış çocuk oyuncağı bir balon gibi avucu içinde buruşturup da cebine koyamaz.”
4
Gittikçe