Softalar bağrışıyorlar: “Haşa… Haşa… Aleyhüllane…”
“Bütün dünya benim tebaam, siz niçin olmayacaksınız? Bugün olmasanız da yarın Allah’ınızın adaletsizliğini anlayıp, bana döneceksiniz.”
“Haşa… Melun haşa…”
Karşı koyamadıkları iki kuvvet, Enis Buharî ile Ruşen Zamir’i omuzlarından bastırarak yüzüstü yere ittiler, bu suretle zorla şeytana secde ettirmek istiyorlardı.
Bundan öteye ne olduğunu iki kafadar artık bilemiyorlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, derin bir uykuya daldırılmışlardı. Sabahın erken bir saatinde uyandıkları zaman, kendilerini ıssız bir viranenin ısırganları, baldıranları, ballıbabaları arasında buldular.
İlk göz açar açmaz, korkuya düşerek birbirine bağırdılar: “Aman kardeş sen Arap olmuşsun.”
“Ya sen? Kurum tutmuş ocağa dönmüşsün.”
Gerçekten, ikisinin de suratına katran çeşidinden koyu bir madde sıvanmıştı.
Bellerini doğrultmaya uğraştılar.
Ruşen Zamir: “Aman birader her tarafım kesim kesim kesiliyor. Galiba bizi iyice sopalamışlar.”
Enis Buharî: “Benim de vücudum kırık. Sen dövüldüğünü hatırlıyor musun?”
“Hayır, hiç… Fakat o cehennem nutku beynime ateşle kazılmış gibi duruyor. Melunlar bizi kâfirliğe zorladılar. Çok şükür, baştan çıkaramadılar.”
“Rahmanı ararken, şeytana çattık. Belki mintarafillah,27 bu bizim için bir sınamadır. İmanları kurtarabildik mi?”
“Şüphesiz. Yüreğime bir lahza şüphe gelmedi.”
“Allah şaşırtmasın. Ne kandırıcı bir vazetti melun. Gördüğümüz bu şeytan vakasını kime anlatsak inanmaz.”
“Şeytana zorla secde ettirildiğimiz aklına geliyor mu?”
“Sus sus… Çıldıracağım geliyor…”
“Sani-i hakiki kalplerimizin temizliğini bilmiyor mu? Bundan bize ne günah bulaşır?”
“Bir çeşme önüne gitsek de ilkin şu yüzlerimizi temizlesek…”
“Bakalım bu şeytan sıvamasını çeşme suyu ile çıkarabilecek miyiz?”
“Bu, yüzlerimizde hiç çıkmayacak bir kara olup kalacak mı?”
“Çeşme başında şimdi denemesini yaparız.”
“Bu şehir çölünde akar çeşme bulması, bilir misin, ne derttir?”
“Malum… Bulsak da çeşme başı su kıtlığı çeken ahalinin testileri, güğümleri, tenekeleri ile doludur. On saat beklesek yüz yıkamaya sıra gelmez.”
“O hâlde, Horhor’a kadar gideriz.”
“Bu suratlarla mı?”
“Bizi ne sanırlar acaba?”
“Ya kömürcü ya ocak süpürücü ya siyah küpüne düşmüş boyacı…”
“Aman birader, cüzdanlarımızı yoklayalım. Boyadan başkaca bir de soyulmuş olmayalım…”
Telaşla yan ceplerinden para cüzdanlarını çıkardılar, içindekileri bir bir saydılar. Tamam, birisinin yirmi iki, öbürünün on yedi lirası ve daha bozuk paralar hep yerinde duruyordu.
Enis Buharî geniş bir nefes alarak: “Oh, çok şükür paralarımıza dokunmamışlar.”
“Melekler bizi iblislere karşı korumuş olacaklar.”
“Şeytanlar bizim beş on liramızı ne yapacaklar? Bütün dünya hazineleri onların…”
Ruşen Zamir birdenbire: “Pantolonumun cebinde, cebi yırtacak kadar iri ve katı bir şey var.”
Öteki de cebini yoklayarak: “Bende de öyle…”
Ceplerine el salarak zorlukla bu katı şeyleri çıkardılar. Bunlar sıkıca mantarlanmış, dolu iki şişe idi. Üzerlerinde şu yafta vardı: Âlâ Erdek Şarabı.
Enis Buharî cebinden bir yılan çıkmış gibi şişeyi hemen taşların üzerine fırlatmak istedi, fakat arkadaşı önleyerek: “Atma, atma.” dedi.
“Ne yapacaksın? İçecek misin?”
“Rabb’im göstermesin.”
“Öyleyse niçin saklayalım?”
“Bakkala satarız.”
“İçilmemesi emrolunmuş bir şeyin ticareti de haram değil midir?”
“Memlekette şimdi şarap ticareti başladı. Günahı onların ve bu şişeleri ceplerimize koyan şeytanların olsun…”
16
Cadde yollara çıkmadan, arka sokaklardan Horhor’a kadar uzandılar. Tek tük rastladıkları kimseler bu zifiri suratlara bakarak güle güle onları türlü şeylere benzetiyorlardı. Merak edenlerin aralarında şu sözler dönüyordu:
“Arap mı bunlar?”
“Hayır… Boyunları, elleri beyaz…”
“Ha… Boyama zenciler, bir komediden dönüyorlar galiba…”
“Yüzlerini temizlemeye vakitleri olmamış mı?”
“Besbelli ki, öyle…”
“Hayır, bilemediniz. Bu adamlarda artist tavrı yok…”
“Başka türlü bu kara makyaja ne mana verilebilir?”
“Su bulunmayan bir yerde bunlara böyle bir azizlik etmiş olacaklar. Baksanıza koşa koşa çeşme aramaya gidiyorlar…”
“Bu buluşunuz olabilirse de, benim aklıma başka türlüsü geliyor.”
“Nedir?”
“Bu adamlar epeyce paralı bir iddia üzerine suratlarını lostra ettirmiş olacaklar.”
Artık, Horhor çeşmesine yaklaşmışlardı. Onların peşlerine takılan meraklıların arasına bir polis karıştı. Yaraşıklı yaraşıksız her ağızdan çıkan bu ihtimalleri dikkatle dinliyor, bu garipliğe kendince de bir mana vermeye uğraşıyordu. Halkın şiddetle merakını uyandıracak, kimseye benzemeyen alelacayip bir kıyafetle sokakta dolaşmanın yasak olduğunu bildiğinden, kendinde peyda olan bir şüpheyi oraya biriken adamlardan sordu: “Deli olmasınlar?”
Biri cevap verdi: “Bu da olabilir, fakat yakınlarda tımarhane var mı? Nereden boşanmış olacaklar?”
“Bakırköy’de var.”
“İstanbul bu tımarhaneye yakındır.”
Gülüşmeler.
Polis önlerine çıkarak: “Durunuz bakalım. Sabahleyin böyle erken bu boyalı suratlarla nereden geliyorsunuz?”
Enis Buharî kırgınca: “Biz bir garip hâle uğradık, bir de sizinle derde girmeyelim. Polis efendi, haydi işinize, vazifenize gidiniz…”
Polis çatıklaşan bir suratla: “Vazifem işte sizin ne olduğunuzu öğrenmektir.”
“Kazara yüzlerimiz boyanmış olmakla insanlık kadrosundan çıkmadık ya! İşte iki insanız. Başka ne olabiliriz?”
“Başka ne mi olabilirsiniz? Tanınmamak için yüzlerini karalayarak gece çapuluna çıkmış iki haydut…”
Polisin bu suçlamasını duyan halkta merak