Fırıncının kaynanası Ayşe Hanım’ı sıtma tutuyormuş. Bu hastalığın şeytandan geldiği söylenilerek, böyle üç taşla defolunabileceği tavsiye edilmiş imiş…
Mualla Efendi gülerek: “Bizim memlekette felsefenin neye iyi geldiğini anladınız ya? Sıtmaya, baş ve karın ağrılarına, her türlü yellere, habis hummalara… Şeytan taşlamak için Arafat’a kadar gitmeye hacet yok… Bir feylesof kafası bulup taşlarsın. İşte bu da olur. Felsefeye verilen manayı gör de gel bu diyarda feylesof ol… Bizde felsefe makaleleri yazanlar bile bu ilmin ne olduğunu anlamadan ve anlatamadan çetrefil bir dil kullanıyorlar. Felsefeyi Fransızcada, İngilizcede, Almancada okur anlarsınız. Fakat Türkçesinde bir şey seçemezsiniz. Türk’üz, dil bizim, ama ilim yabancı. Bir türlü Türkleşemiyor. Üstünkörü birkaç şey şavullayanlar bu ilmi tamamıyla yutmuş oldukları çalımıyla ortaya çıkıyorlar. Bizde daha felsefenin onda bir terimleri bile konulmamıştır. Bekliyoruz, Asya steplerinden gelecek… Yoncalar bitsin de otlayalım.
19
Önce maymun iken şimdi takımıyla şeytanlaşan bu ailenin o mahallede barınabilmesi gittikçe güçleşiyor, yapılan zorlamalar ara sıra dayanılamaz hâle geliyordu. Feylesofun karısı Müride Hanım, kocasının odasına koştu. Onu, kafası iri bir kitaba gömülmüş dalgın buldu. Telaşla taşıp dökülmeye başladı:
“Efendi, yüzünüzü bu kitaplardan kaldırıp da biraz da etrafınıza bakınız.”
“Yine ne oldu?”
“Alt kat penceresinden bir cam kırdılar.”
“Ne vakit?”
“Şimdi… Şimdi koca bir taş güm diye odanın ortasına düştü.”
“Atanı gördünüz mü?”
“Hayır… Tabii attı kaçtı.”
“Polise şikâyet ederiz.”
“Hangi bir zorbalık için şikâyet edeceğiz? Polis, kapımızın önüne sürekli bir nöbetçi dikemez ya… Hemen her sabah bahçemizde bir leş, her gün evimize, kafamıza bir taş… Yerleri pisletip de yuva değiştiren kargalar gibi biz de bu mahalleden başka bir tarafa göçmeliyiz.”
“Nereye göçeceğiz? Bu ‘feylesof’ unvanını beraber götürdükçe nerede rahat edebiliriz? Gideceğimiz semt sanki buradan daha medeni mi olacaktır? Bu bahçeyi, bu yemiş ağaçlarını, bu kuyuyu nerede bulabiliriz?”
“Koca İstanbul’da sizin gibi bir ilim, bir fikir adamını barındıracak bir bucak bulunamaz mı?”
“Terbiyeli mahalleler bulunabilir. Lakin bizim hayatımıza, töremize, kesemize uymaz. Bizim için oraların rahatsızlıkları da başka türlüdür. Hele kız, erkek yetişkin çocuklarımız var.”
“Çocuklarımız dediniz de aklıma geldi. Onlar bu leşlere, bu taşlara, bu saldırmalara bizim gibi göz yumamıyorlar. Yine bu sabah üçü dördü toplanmışlar, ağızdan kulağa bir fiskostur gidiyordu.”
“Ne fiskosu?”
“Galiba hocalara yaptıkları gibi, mahalleden bize sataşanlara da bir şeytan komedyası daha oynayacaklar.”
“Aman hanım, söyle o çılgınlara böyle deliliklerden vazgeçsinler. Sonra evi büsbütün başımıza yıktıracaklar.”
“Onlara söz geçirilebilir mi? ‘Evet… Ha… Hı…’ derler, sonra yine bildiklerini yaparlar. Ama en ehemmiyetli mesele bu değil…”
“Daha ehemmiyetlisi mi var?”
“Evet, evet…”
“Ne imiş bakalım?”
“Ali Şeref, Selase’yi istiyor.”
“Bu malum. Yeni bir şey değil…”
“Yeni bir şey değil, ama artık bugünlerde istiyor.”
“Kız da ister gibi değil mi?”
“Ziyadesiyle… Oğlanlar da evlenmek perdesinden nağmeler tutturdular.”
“Âlâ… Âlâ… Demek bizim evin içi minimini maymunlar… Küçük küçük şeytanlarla dolacak. Tabiat babanın maksadı yalnız insandan, hayvandan dünyaya döl yetiştirmektir. Ateşlendirir, birleştirir, doğurtur. Artık ötesine pek aldırış etmez. Yaşamak için dövüşsünler, boğuşsunlar dursunlar. Nüfus fazlalaşırsa birkaç kişinin kararıyla harp açılır. Milyonlarca hayat ekin gibi biçilir, kalanlar nişan alır, kumandanlar şöhret kazanır, diplomatlar gururlanır. Ölenlerin kim oldukları sayıya gelemeyeceği için, onlar adsız sayılırlar. Topuna birden bir taş dikilir.”
“Efendi, siz her şeyi felsefe tarafından görüyorsunuz. Fakat çok defa bu dedikleriniz, yaşanılan hayata uymaz. Çocuklarımız, baş göz edilecek yaşa geldiler, ama âlemin kötü gözleri hep bize dikilmiş. Etraftan üzerimize lanetler, nefretler yağıyor. Bu hâlde biz onları nasıl evlendirebiliriz?”
“Kızın yavuklusu malum. Oğlanlar hangi dilber kızlara gönül vermişler?”
“Açıkça söylemiyorlar, ama ben sezinliyorum.”
“Her sıkıntı içinde bir de boş yere başımıza üzüntü çıkarmayalım.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Biz kızı Ali Şeref’e vermeye razıyız, fakat delikanlının anası, babası bu evlenmeye hiçbir zaman izin vermeyeceklerdir.”
“Ali Şeref bu gönül işinde ana baba sözü dinler boydan bir genç değildir.”
“Biz kızı veriyoruz. Oğlan alabilirse alır. Alamazsa ne yapalım? Bu meseleyi kendi hâline bırakalım.”
“Ya oğullarımız için?”
“Onlar için de hiç üzüntü çekme.”
“Niçin?”
“Bu mahallede ve civar semtlerde buradan birkaç yüz kilometre uzaklara kadar adımızın kötülüğü yayılmıştır. Kimse Vahit’le İsneyn’e kız vermez. Olamayacak bir şeyi düşünüp de zihnini yorma.”
“Zihnini yorma olur mu? Böyle söylediğiniz şekilde iş bitmiyor. Mesele büsbütün sarpa sarıyor. Oğullarımızı seven kızlar da varsa, en sıkı yasaklara karşı birbirini almak için akla gelmez çılgınlıklara kalkışacaklar, türlü felaketlere uğrayacağız.”
“Olacak şeyleri, olmazdan evvel düşünmek lazım gelirse, dünyada bu düşüncenin ucu bucağı bulunmaz. Bununla beraber, ben, aile geçimini idarede becerikli de değilim, ustalığım da yoktur. Ben, daha ehemmiyetli işlerle uğraşıyorum. (önündeki kocaman kitabı göstererek) Felsefedeki vahidi bilir misin? Dikkat et, bu bizim oğlumuz Vahit değil… Felsefede ‘bir’ niçin her zaman bir, yani tek kalmıyor. Niçin hakikat kendi cevherinde gerilerek sonuna kadar hakikat kalmıyor. Çünkü her şey birtakım devreleri mutlaka geçirecektir. Pozitif, negatif oluşların sonunda her şeyden başka bir şey doğar. Yine sonunda maddenin, maddeden gayrı bir hâl alabilmesi sırrına dayanıyor. Buna ne dersin hanım?”
“Benim bu meselelere aklım ermez. Sizin yalnız böyle şeyler düşünmenizle ne mahalledeki şöhretimizi düzeltebiliriz, ne de ev idaresini…”
20
Mualla Efendi, dünya işlerine metelik vermeyen dalgın bir adamdır. Kendine karşı olan insanlığa sığmaz saldırmalara bile çok defa güler. Çünkü onun gözünde bütün insanlar acınacak akıl hastalarıdır. Tabiatta her şeyin ağır bir kemale ermeye bağlı olduğunu görüyoruz. Besbelli ki, insanlık