Prens Danyal’ın kâhyası olduğunu öğrendiğim ihtiyarla biz bu sözleri ederken, birkaç delikanlı odanın sağ ve sol taraflarındaki setler üzerinde bulunan postları alelacele toplayıp kaldırmaya başladılar. Diğer birkaç tanesi âlâ canfesten ve Suriye’nin ipekli kumaşlarından mamul yastıkları, yorganları getirip bize iki mükellef yatak yaptılar. Bir delikanlı da kocaman leğen, ibrik, sabun, havlu falan getirmekle tercümanın tarifi gereğince ikimiz de derhâl silahlarımızı çıkarıp rafların altındaki çivilere asarak, çizmelerimizi ve talanlarımızı çıkararak ellerimizi, ayaklarımızı bol su ve sabun ile yıkadık ki böyle bir temizliğe zaten ihtiyaç görmekte bulunduğum için hakikaten memnun oldum.
Delikanlıların alelacele yatak yapılırken kaldırdıkları postlar ocak önüne serilen bir büyük hasır üzerine tekrar konulup tanzim olundular. Ocak da yakıldı ki, gerçi ocağın ve kapının iki tarafında birer kandil yakıldı ise de bunların odayı aydınlatmaya yetmedikleri ve asıl aydınlatmanın ocak tarafından görülmesiyle ortaya çıktı.
Tam ortalık gereği gibi kararmış olduğu bir zamanda Prens Dan-yal da yanımıza geldi. Gayet uzun boylu, iri yarı ancak otuz beş otuz yedi yaşlarında güzel yüzlü bir kahraman görünümündeydi. İltifatlı olan tebessümleri ile bana el uzattı ki bu hareket Rus modası veyahut alafranga olması lazım geliyor idiyse de bu gibi taltif hareketlerinin epeyce acemisi olduğu anlaşılıyordu.
Rusça bana birkaç lakırtı söyledi. Tercümanım vasıtasıyla Rusça bilmediğimi anlattım. O vasıta ile konuşmaya başlayarak bir yandan da adamlarına birçok emirler veriyor idi ki bu emirler gümüşten yapılma, ikişer mumlu iki şamdan götürülüp hem sandık, hem masa hizmetini görmek üzere yapılmış bir şey üzerine konmakla biraz sonra rakı takımı olduğu anlaşılan sürahi, kadeh gibi şeyler de getirilip bu sandık üzerine yerleştirilmek üzere icra olunmaya başladılar.
Rakı içmek âdetim değilse de burada kendi âdetlerime değil misafir olduğum yerin âdetine uyma mecburiyetinde bulunduğumdan prensle beraber kadeh tokuşturmaya başladık. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Hamburg’dan gelip Bakü’ye gitmekte bulunduğumu söyledim. Hatta memuriyetim Bakü taraflarındaki petrol madenlerine dair incelemeden ibaret bulunduğunu da anlattım.
Fakat memuriyetimizin bir diğer kısmı da Kafkas Dağları’nda mevcudiyeti söylenen altın madenleri değil midir? Zemin ve zaman gözeterek buralarını da prensten sordum. Dedi ki:
“İhtiyarların rivayetine göre kim bilir kaç yüz veyahut kaç bin sene evvel Rumlar mı hangi akıllı kavim ise buralarda altın madeni işletirlermiş. Ama bu madenlerin nerede olduklarına dair bizce kimsede malumat yoktur. Şu kadar var ki bazı dereler coştuktan ve suları da sonra azalınca bazı düzgün yerlere külliyetli kum bıraktığı zamanlar bu kumların içerisinde incecik soğan kabuğunu hurda hurda kırmışlar gibi parlak ve altına benzer şeyler görülür. Bundan başka buralarda altın madenlerine dair malumatımız yoktur.”
Yarım saatten ziyade prensle işret ve sohbet ettikten sonra verdiği emir üzerine yemek getirildi. Keçi etinden yapılmış kebaplarıyla bir nevi yumurtalı köfteleri gayet iştah açıcı şeylerdi. Gerek bunların ve gerek bilhassa et ile pişirilmiş kuru fasulyenin kırmızı biberleri ziyadece olması bizim Avrupa kibarlarına muvafık düşmüyor idiyse de yorgunluk ile derecesi artan açlık bu yemekleri bize büyük bir lezzet ile yedirdi.
Yemekten sonra Prens Danyal bizi rahatımıza terk ederek kendi odasına çekildi. Gerçi biz de istirahate pek muhtaç olduğumuzdan o ipekli yataklara serilip yattık ki günlük ve bazı yeni kokular sürülmüş bulunmaları insanın göğsünü tıkayacak şeylerden idiyse de o yorgunlukla böyle küçük şeylere ehemmiyet vermeyeceğimizden biraz sonra horul horul derin bir uykuya daldık gittik.
4
Yorgunluğumuz pek ziyade ve uykumuz pek derin olmalı imiş ki o gece ta sabaha kadar hemen hiç uyanamayarak deliksiz bir uyku çekmişiz. Sabahleyin beni uykumdan uyandıran şey akşam işittiğim ses ve feryat olmasın mı?
Dövülenin ne diye bağırdığını gerçi anlayamıyor isem de insanlar arasında umumi bir lisan vardır ki onu anlayabilmek için kamuslara falanlara ihtiyaç yoktur. Bir adamın korku hâlinde sövüp sayması veyahut zillet hâlinde yalvarıp yakarması, ızdırap hâlinde feryat figan etmesi gibi ki, insan o adamın lisanını hiç bilmediği hâlde de çıkarmış olduğu bu yoldaki lafızların içeriğini derhâl anlayabilir.
Prens Danyal tarafından gördüğüm hürmet ve rağbetten ne kadar memnun kalmış isem barbar herifin bu müthiş işkencelerinden de o nispette müteessir olduğumdan ve dövülen adamın avlu içinde dövüldüğünü feryat ve figanın o taraftan gelmesiyle anladığımdan yerimden fırlayıp oda kapısını aralayarak baktım.
Müşahedem beni nasıl büyük bir hayrete düçar etmiş bulunduğunu şimdi hikâye edeceğim zaman sizin de düçar olacağınız hayret ile mukayese edebilirsiniz. Yalnız şu farkı ehemmiyetli nazarınızdan uzak tutmayınız ki, siz bu mühim müşahedeyi doğrudan doğruya muvaffak olmayıp yalnız hikâyesini dinlediğiniz hâlde o kadar şaşacaksınız. Ben ise doğrudan doğruya müşahede ediyordum. Hiç işitmek ile görmek kıyas mı kabul eder?
Müşahedem şu oldu ki:
Dayağı atan bizzat Prens Danyal’dır. Dayak yiyen de yetmişlik mi diyeyim, seksenlik mi diyeyim, hatta doksanlık bile desem layık olacak bir yaşlıdır. Gerçi buraların yaşlılarında öyle bizim yaşlılar gibi çirkin bir şey görülemez. Yüz yaşında Gürcü bulunur ki, hâlâ vücudu zinde olup bunaklık gibi, titremek gibi ayıplanacak şeylerden uzaktırlar. Dişleri bile düşmeyip gençlik zamanlarındaki paklığını, parlaklığını, kuvvetini muhafaza ederler. Onların doksanlık adamları bizim altmışlık adamlarımızla ancak kıyas kabul edebilirler ise de insan bu yerlerin ahvalini öğrendiği zaman bizim memleketler ahalisine kıyasen ancak altmışlık diye tahmin edebileceği yaşlılara yirmi otuz yaş daha eklerse büyük bir hata etmemiş olacağına emniyet edebilir.
Kısacası Prens Danyal saygı ve sevgiye layık olan bir ihtiyarı dövüyor. Ama nasıl dövme! Haşmetle kaldırdığı sopaları o haşmete münasip kuvvet ve şiddetle indirecek olsa ihtiyarın ne derisi, ne kemikleri tahammül edemez ve vücudu dilim dilim döküleceğine asla şüphe olunamaz. Fakat Prens Danyal büyük bir hışım ve sertlikle kaldırdığı sopaları o kadar hafif indiriyor ki, değneğin kendi ağırlığı bile şiddetinin artmasına yardım etmiyor. Değnek yaşlının vücuduna ya değiyor ya hiç değmiyor.
Bu garip suretteki darbe bir komedya mı diyelim dediniz? Komedya olması lazım gelse yaşlı adamın feryat ve figanlarını görenlerin kahkahalarla gülmeleri gerekecek. Hâlbuki hiç kimsenin tavrında tebessümün en cüzi eseri bile yok. Yaşlı adam büyük bir gazapla kalkan sopaları o gazaba münasip kuvvet ve şiddetle inerek yemiş gibi öyle haykırıyor. Hazır bulunan adamlar da böyle elemli bir işkenceye düçar olan biçare yaşlıya merhametle beraber o kızgın prenslerinden ne surette korkması lazım gelirse o surette korkarak bu hâli temaşa ediyorlar.
Çıldıracak garabet değil mi?
Bir aralık bu hâli,