Size asıl hikâye edeceğim garip olaylar, bu yerlerin ahvalinden ziyade Gürcistan’a ve onun dahi Tiflis havalisine ait olanlarıdır. Tiflis’e kadar yapılmış olan seyahatimizi size hiç de haber vermemiş olsam mümkün olabilir ise de geçip gördüğüm yerlerin kadim medeniyeti binlerce senelerden beri tamamen unutulmuş hükmünü aldığını belirtmeliyim. Şimdiki hâline bakıldığında sanki buralardan hiç insan geçmemiş, başka canlı geçmemiş, yılan bağırsağını sürmemiş hükmünü almış bulunduğundan buralardaki izlenimlerim hâlâ yüreğimi o kadar tatlı bir surette kabartmaktadır ki, şu kadarcık olsun mahalli hâllerinden bahsetmeyecek olursam hakikati gizlemiş olacağımı zan ile bunu da şu hikâyede anlatmadan geçemeyeceğim.
Buralardaki Yalıboyu ahalisinden bazıları yabancılarla evlendiklerinden dolayı o asli ve güzel hasletlerinden bazı değişmeler olmuş ise de, dağlık bölgelerin içlerine doğru sokuldukça, insanların soyu üzerine çalışan ulemanın “Kafkas soyu” dedikleri adamlar o eski saf hâlini olduğu gibi koruduklarını aynen görmüş ve yazmışlardır. Bunlar arasında insan kendisini tarihin “altın devir” dedikleri zamanlarla kıyaslıyor.
Erkekleri kahraman oldukları kadar halim, selim ve mütevazıdırlar. Kadınları güzel oldukları kadar neşeli ve mahcupturlar. Ben erkek mi derim öyle kızgın adama ki, kızgınlık hâli cinnet derecelerine varır da kendi hakkını kendisi yerine getirmeye mecbur olduğu zaman can korkusundan bacakları titrer. Ben kadın mı derim öyle bir mahluka ki, nefsani olan hislerine mağlubiyetinden dolayı cesareti olur olmaz erkekleri bile mahcup bırakır. Erkeği ve bilhassa güzel kadını dünyanın bu kısmında görmelidir ki, Cenabıhak ikisini de ezelden beri bunlarda topladığı hâlde, bu yakışıklı erkekler ve güzel kadınlar, kendilerini Avrupa’nın o terakkisi sonucu ortaya çıkan ahlaksızlıklarından da uzak kalmışlardır.
Düşünmelidir ki, bu korunmanın en yenisi elli altmış seneden beri Rusya’ya mahkûm olan ahalinin yine bir dereceye kadar Rus medeniyeti ile kendi kadim medeniyetleri iç içe olduğu hâlde bu şekilde kendilerini muhafaza etmişlerdir. Evet! Bunu düşünmelidir. Rus istilasından önceki yüce ahlaklarını da ona göre düşünmelidir. Hem bu düşünme size nakledeceğim hikâyeden dolayı ziyadesiyle lazımdır. Zira bu hikâye, Gürcistan’ın Ruslara henüz mukavemet hâlinde bulundukları zamana ait ahvaldendir. Zikrolunan vukuatın erbabı olan adamların evladı ve torunlarına şimdi bu hikâye nakledilecek olsa şüphe yok ki onların da hayretle karışık övgülerine mazhar olur.
Her gece bir güzel köyde konaklayarak ve her gün nice güzel olan dar geçitlerden ve berrak sulardan geçerek bunların her birine dair delillerimizden aldığımız malumat üzerine tercümanım Mihran Baron ile sohbete girişirdik. Herif Tiflis’te yeni bilimleri gereği gibi tahsil etmiş bulunduğundan Herodot ve Strabon gibi büyük yazarlardan tarih, coğrafya ve bu bölgenin mitolojisiyle ilgili öğrenmiş olduğu bilgileri güzelce bana aktarıyordu. Ne zaman ki Mozdok’tan kalkıp Tiflis’e doğru gitmek için Daryal Boğazı’na girdik. Mihran Baron ile asıl en mühim sohbetimiz de bu yol üzerinde baş gösterdi. Kendisine dedim ki:
“Efendi! İçinde seyahat ettiğimiz şu dağ silsilesindeki kadim milletlerden ‘Sedd-i kaf’ dediklerini biliyorsunuz ya? Kadim milletler nazarında genellikle itikat olunduğuna göre Büyük İskender bu tabii seddi bir de suni set ile sağlamlaştırarak Yecüc ve Mecüc denilen kavmi o seddin arkasına sürmüştür.”
Mihran Baron sözümü tasdik ile dedi ki:
“Evet efendim! Fakat bu seddin inşa veyahut tamir ve yenilenmesinde Büyük İskender yalnız değildir. Ondan evvel, bilhassa ondan sonra daha nice büyük padişahlar bu Kûhistan ahalisini Anadolu taraflarındaki taarruzlardan men için Kaf kapılarını kapamışlardır ki, şu içinde bulunduğumuz Daryal geçidi de onlardan birisidir.”
“Vay! Siz… Kaf kapıları adlı tarihî meseleye vâkıf mısınız?”
“Maşallah efendim! Bunlara Kafkas kapıları, demir kapılar, bâbü’lebvâb gibi birçok adlar vermezler mi? Hatta Tarihçi Pelin işte böyle ‘Pelaya Kafkazyaya’ ile isimlendirmiş bulunduğuna da vâkıfım ki Mozdok’tan Tiflis elli beş saatlik bir mesafe olup biz bu mesafenin henüz ilk konağında bulunduğumuzdan yarın Mekinevarî ve Rusların Kazbek dedikleri dağ civarında Daryala hisarının harabesini de göreceğiz.”
Ben tercümanımdan şu sözleri işitince sohbeti biraz daha ileriye götürmek için sordum ki:
“Rivayete göre bu Daryala denilen zat bir kraliçe imiş. O kaleyi bina ederek içinde ikametle, gelen geçen yolculardan vergi alırmış. Yolcular arasında zevkine giden bir delikanlı görünce onu zorla kaleye alıp bir zaman kendi dairesinde ondan faydalandıktan sonra Terek Nehri’ne attırıp boğarmış. Bu malumat sizde de var mıdır?”
“Halk arasında hayali mitolojiden ibaret olmak üzere vardır efendim. Fakat Clapperton isminde bir seyyahın bu Daryal adına bulduğu bir rivayeti bir başka kitapta okudum ki, her şeyden ziyade onu akla daha uygun buldum. Türk ve Tatar lisanında buranın asıl ismi ‘Dar yol’dur. Daryal ismi de ondan bozulmuş olduğunu beyan ediyor. Gerçi yolun buraları henüz biraz genişçe ise de daha ilerisinin ne kadar dar olduğunu yarın göreceksiniz.”
Gerçekten ertesi günü geçidimiz o kadar darlaştı ki iki taraftan göğe baş çeken yalçın kayadan ibaret dağların birisinden taş atılsa karşı taraftaki dağa düşebilir. Terek Nehri bu dar yolun içinden akmaktadır. İnsan hayaline biraz kuvvet verecek olsa zannetmek ister ki, bu yol asıl mevcut olmayıp orası yekpare kaya iken kudret-i beşeriyyenin fevkinde bir kuvvete sahip olan mahlukat tarafından zikredilen kaya daracık bir harık suretinde oyulup Terek Nehri oradan geçirilmiştir.
Bu boğazın boylu boyuna birçok yerlerinde duvarlar, hisarlar ve kalelerin harabeleri görüldüğünden, eski zamanlardan beri zikredilen geçidin muhafazasına ehemmiyet verildiği anlaşılır. Ruslar da tam Kazbek tepesinin yakınında ve kadim Daryala harabesi yanında bir kale bina etmişlerdir. Bu kaleyi o kadar dik ve yüksek kayaların birbirine geçirilmesiyle vücuda getirmişlerdir ki, insan bunlar içinde kendisini bir kuyu içinde bulunur zanneder.
Zaten bu dağların hangi tarafında bulunulur da insan kendisini kuyu içinde zannetmez? Yekpare kayalar beş altı yüz metre yüksekliğe kadar dimdik yükselip gitmişlerdir ki, güneş asıl baş hizasına geldiği zaman bir iki saat müddet için bu kayalıkların aralarına girebilir. Etraftaki tepelerin zirveleri ise devamlı karla kapalıdır. Temmuz, ağustos aylarında bu karlar biraz yumuşayarak çığ denilen kar yığınları o kadar büyüklükleriyle düşerler ki şu dar boğazı tümüyle tıkayıp doldurdukları nadir değildir.
Bu boğazın bir yerine gelinir ki, orada Terek Nehri Mozdok kasabasına doğru aktığı hâlde onun yanı başında Aragoy Nehri de Tiflis’e, yani aksi istikamete doğru akar ki, görenleri hayrete boğar.
İşte bulunduğumuz yerlerden bu kadarcık bir haber vermeye olan mecburiyetim, bu kadar dik ve sarp yerlerde yaşamını sürdüren Çeçen ve Gürcü gibi mert ve cesur ahalisinin çok kalabalık olan Rus ordularına nasıl karşı gelebildiklerini ve o çok güçlü orduları nasıl uğraştırdıklarını göstermektir. Yoksa bu topraklar zaten artık Gürcistan’ın topraklarıdır. Dolayısıyla anlatacağım hikâye bu topraklar üzerinde geçtiği için bu gibi ayrıntıları vermeye mecbur oldum.
3
Daryal