Özbek ile Orhan’ın ve Nureddin-i Münşî’nin yalnız isimleriyle, Melik Nusredddin’in Gıyaseddin’e birkaç söz söylediği ve onun tarafından idam olunduğu ve Mihr-i Cihan’ın nikâhında Kıvamüddin-i Bağdadî’nin muhalif ve İzzeddin-i Kazvinî’nin destekleyici olduğu tarihte var ise de konunun cereyan şekline olan iştirakleri burada bir fikir mahsulüdür. Kutbeddin, Selman, Câbir ve Mübarek hayalî şahıslardır.
Kadınlara gelince; Neyyire’nin şahsı tamamıyla, hâl tercümesi sırf muhayyel olarak; buna dair bazı Avrupa tarihlerinde görülen rivayet yalnız Celâleddin’in Sind Nehri’nden geçerken evlâd ü âyâlini eliyle yok ettiğinden ibarettir.
Tarihler Gıyaseddin’in annesi olan ve bu oyunda Zahire ismiyle anılan biçarenin Burak Hacib tarafından nikâh ile istenildiği ve başında muhalefet, sonunda zaruri olarak razı olduğu hâlde, akıbet Burak tarafından mazlumen katlolunduğu ve yine oyunda Mihr-i Cihan denilen Selçuklu melikesinin Celâleddin’e bir görüşte âşık olduğu, kocası Atabek’in kendisini terk ettiği, boşanma hakkını kullanarak nikâhını bozduğu, sonra Celâleddin’e vardığı beyan edilir. Bu esaslar bazı değişiklikler ile tasvir olundu.
Zahire’nin şefkat kaynağı annesine ve Mihr-i Cihan’ın âşıkane sözlerine dair olan hayaller ile Neyyire ve Mihr-i Cihan arasında gösterilen ve oyunun muhabbete dair olan her türlü acıklı hislerini birbirlerine bağlamakla Celâleddin’in ruhi ızdıraplarını tahammül edilemeyecek bir dereceye ulaştıran tasvirler tamamen hayal mahsulüdür.
Tiyatroların tarihe ve hatta iki meslekten birine uygunluk derecesinden daha mühim bir yönü vardır. O da şahısların ahlaki tasvirleridir. Zannıma göre bu eserde de her şeyden ziyade bu mesele göz önünde bulundurulur. Her ne kadar elde İran ve Turan’ın o zamanki ahlak ve âdetlerine dair etraflı bilgi veren kitaplar mevcut değilse de tarihten çıkarılan toplu bilgilere göre oyunun ağırlık merkezini teşkil eden Celâl’in, daha başka yollarla anlatılması lazımdır, zannolunur. Mesela “Ravzat’üs-Safa”’ya bakılsa kahramanın faziletleri sadece şecaate münhasır olduğundan Vecihüddin veya Kasgar meliklerinden Mirza Ebu Bekir gibi bir şey olması akla gelir.
Celâleddin’in hasımlarından bir hanedana mensup olan Ebi’l-Feda ise padişahı, çeşitli çirkin mezalimle itham etmiş ve hatta bir melikenin bir bakışta aşka müptela eden ve birçok tarihte evsaf ve tarifleri görülen yüzünün görünüşünü bile, çirkin bir yaratık şeklinde göstermek istemiş olduğundan ona inanılsa Celâleddin’in de Cengiz’in bir başka türlüsü olduğuna hükmedilir.
Fakat tarihin tespit ettiği vakalar tarihçilerin ilave ettiği görüşlerden bin kat daha ziyade hakikatin bir ifadesi olduğundan Celâleddin’in fiilleri bu inatların tamamıyla tekzibine kâfidir.
Merhumun hayat tercümesi bir kere göz önüne alınırsa kendisinin cihangirlere üstün ve fevkalade yaratılan büyükler içerisinde bir imtiyazlı yeri ve istisnai bir hâle sahip olduğunu teslim etmemek mümkün değildir.
Bir zaman ki Cengiz’in dağları deviren kahır ve şiddeti, İran ve Turan halkını zillet ve korkaklığın en aşağı derecesine düşürmüş, belki bütün insanlık Tatar’ın ortaya çıkışını tedavisi imkânsız ve gökten gelmiş bir bela gibi görmüştü. Celâleddin, bütün dünyaya, büyük bir kalbe sahip olduğunu ispat ederek, pederinden bir kuru şehzadelik unvanından başka hiçbir şey bulmadığı hâlde Harzem’de, Hint’de, Irak’ta, Azerbaycan’da, dört devletin meydana gelmesine muvaffak olmuş; tedarik edebildiği küçük küçük kuvvetlerle üç milyon askere sahip olan Tatar devletine karşı yirmiden ziyade zafer kazanmış; bir kere Seyfeddin’in, bir kere de biraderinin hıyanetiyle kurmuş olduğu üç devleti bütün bütün yok olmuş iken aradan bir sene geçmeksizin bir kerametle yokluğa vücut verir gibi yeniden devlet, yeniden ordular hazırlaması; bir taraftan Gürcülerle uğraştığı hâlde cihan halkının yarısına karşı defalarca zaferler kazanması; birçok gününde hıyanet ve onun perişanlığından kurtulamamış iken yine cihangirler kadar memleket zapt eylemesi, altı bin senelik insanlık âlemi içerisinde hiç misli görülmemiş olan fevkalade bir olaydır.
Celâleddin’de “Ravzat’üs-Safa”’nın gösterdiği şecaat ne kadar büyük olursa olsun, gayesi kazandığı zaferlere sebep gösterilebilir. Yoksa birkaç kere uğradığı dağılıştan sonra feleğin pençesini bükmeye uğraşırcasına aklın alamayacağı başarılarla elde ettiği ümitsiz neticeler, insanın fıtri kahramanlık veya askerî maharetlerle vücuda getirebileceği harikalardan değildir.
Saltanat hırsı; nefsani kibir, intikam duygusu gibi, en büyük olayların en büyük sebeplerinden olan ruh hastalıklarının hiçbirisinin en ufak bir şekilde Celâleddin’in mizacında mevcut olmadığı olaylardan anlaşılmaktadır. Celâleddin’in kazandığı başarıları, kahramanlığa değil, ondan bin kerre daha tesirli saydığımız zaaflardan birine isnat etmek doğru olmaz. Zira hareketlerinden anlaşılmaktadır ki birçok cismani hastalığın tesiriyle ruhundaki fevkalade kuvvet bütün bütün eriyinceye kadar merhumun gayreti yeis ve aczden tamamen uzak idi.
Hele Ebi’l-Feda’nın ona zulüm isnadı açıktan açığa iftira olan rivayetlerdendir. Çünkü o zamanda bir zalim için, o kadar yerlerde saltanat sürebilmek ancak Cengiz gibi bir adama tapınırcasına yaltaklanmakla mümkün olabilirdi.
Celâleddin’in ise böyle bir yakınlık gütmesi değil, kendine vefa edecek ve hatta hıyanet etmeyecek bir kimse ile yakınlığı bile yoktu. Bundan başka merhumun uğradığı yerlerde bin bir özür ile dıştan itaat gösteren bir ümeraya ve yine şiddetli hasmı olan Nasır tarafından üzerine gönderilir de kahraman elinde esir olan Muzafferüddin ile adamlarına o zamanda eşi görülmemiş bir af ve ihsan ile karşılık verdiği ve bu kadar harbin felaket ve yorgunlukları arasında devletini kuvvetlendirmek için İran, Hint ve Turan’ın her tarafını dolaşmaya mecbur olmuşken, Ahlat’tan başka bir İslam şehrinin zorla zaptına rıza göstermediği ve biraderi Gıyaseddin, birkaç kere makam, belki de arkadan vurmayı kastetmişken, kendisinin daima Gıyaseddin’i istikbal, taltif ve rahat ettirmek için çalıştığı ve Seyfeddin’in atının başına bir kamçı vurulduğundan dolayı isyan ve hıyanete hazırlandığını her tavrıyla göstermiş iken cihat kılıcına onun bile kanını bulaştırmak istemediği tarihçe teslim edilmiş hakikatlerdendir. Bu yolda, bu yaradılışta olan ulvi karakterli bir kahraman nasıl zulüm yapabilir?
Merhumun aziz mefahirinin -meftun olduğumdan dolayı- büyüklüğünü bir tiyatroda tasvir etmek arzusunda bulunduğum sırada, insandaki tabiat vergilerinin hiçbirinde o kadar fevkaladeliğe sebep olacak kuvvet görememiştim. Gerek araştırma ve gerekse muhakeme ile ne kadar zihin yordumsa da ahlaki faziletlerin ve ulvi meziyetlerin en büyüğü olan vazifeperverlik duygusundan başka o kadar yüce fikre bir saik bulamamıştım. Şarkiyat ile uğraşan Avrupa yazarlarının tetkiklerini bu fikre yakın görürdüm. Fakat bizim tarihlerde düşündüğüm hakikati tayin eder bir sarahat bulamadığım için çıkardığım neticeleri bir kati hüküm saymaya cesaret edemezdim.
Sonunda bir mecmuada Kemal-i İsfehani’nin bazı yazılarına tesadüf ettim ki Celâl’in karakter ve ahlakını belirtiyordu. O fazilet sahibi edip, Celâleddin İran’da bulundukça meclislerine devam eder, o zamanın âdetlerine göre ara sıra bazı kasideler ile padişahın tavsifinde bulunduğu gibi ahbabına yazdığı kâğıtlarda da padişahın ara sıra içmesini yumuşaklık ve afda etrafındakilerin tutumunu beğenmemekle beraber İslamiyet gayretinde olan çalışmalarının