İzzet, sen dersini almışsın… Ben de senin gibi beyin çanağını yalasam belki bütün günahlarını sevap gibi görürüm… İdarehanenize karı kapatmanız, bana karşıdan çirkin görünüyor. Bu işe hangi yüzünden baksan rezaletten başka bir şey değildir; işitip dururuz: Abdülhamit zamanında vekiller bunu nezaret odalarında yaparlarmış… Böyle olaylar türlü iğneli sözlerle gazete sütunlarına geçermiş, aylarca halkın diline düşermiş… Oğlum, erkekle kadının bu günahı işlemedikleri hiçbir devir yoktur. Fakat şimdi bu yönden bütün bütün uygarlığa girdik. Sana dedim; askın yok, baskın yok. Karının gönlünü et. İstediğin yere götür, eğlen…”
4
Saim İzzet, Sirkeci’de Kozacı Hanı’nın ikinci katındaki idarehaneye girdiği zaman vakit gecikmişti. İhtiyar Mansur Efendi, sürekli zayıf burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzelterek büyücek bir deftere kayıtlar yapıyordu. İzzet’i görünce sesine titreme getiren bir sinirlenme ile haykırmak için kuvvetsiz boğazını zorlayarak: “Ay efendim neredesin? Arapyan Hanı’ndan gelecek faturalar var. Gümrükte hemen yapılması gereken işlerimiz yüzüstü duruyor… Küçük el defteri senin gözünde kilitli kalmış…”
Saim İzzet, yalana idmanla bir okul çocuğu gibi saldır suldur:
“Sorma hâlimi baba, bu akşam bizim kocakarı hastalandı. Koş bir doktora… Koş bir eczaneye…”
Mansur Efendi aldanmadığını anlatır bir bakışla gözlüğünün üzerinden gözlerini süzerek: “Bu sabah seni mahalle kahvesinde tavla oynarken görmüşler…”
“Kim görmüş? Yaradan Tanrı hakkı için…”
“Sus ant içme… İçeriki odadan bey, üç defadır seni soruyor…”
“Ne dedin?”
“Daha gelmediğini söyledim…”
“Ah baba ah, geldi de bir işe gönderdim desen olmaz mı?”
“Beni de mi lehine yalancı şahitlikte kullanacaksın?”
Elektrik çanı çınladı.
Mansur Efendi: “Ha işte çağırıyor.”
Saim İzzet loş ve kısa bir koridordan yürüdü. Kapı aşırı odaya girdi.
Semih Atıf Bey iki misafiriyle oturuyordu. Malik Tayyar, Nesip İhsan… Bu iki kafadar, bir vekil odası gibi geniş maroken koltuklara yayılmış, laf atıyorlar. Odayı duman bürümüş, bütün cigara tablaları dolmuştu.
Semih Atıf Bey, delikanlıyı görünce: “İzzet neredesin?”
“Bizim kocakarı…”
“Senin kocakarı yine mi hastalandı? Bu kadar zamandır dert çekiyor da hâlâ ölmediğine şaşıyorum… Şimdi kocakarıyı bırak; genç kadınlardan söz açalım. Hayli vakit oldu bana bir şey bulmuyorsun…”
“Ah velinimet, bu konuda çok titizsiniz. Kadın çok fakat size yaraşanını elde etmek zor. Piyasa görmüş olmayacak. Hâl ve tavrı fahişe kokmayacak… Eşsiz bir güzel, açılmamış bir gül olacak. Her şeyi ile birlikte ahlakını da kendiniz bozmaktan hoşlanırsınız. Böyle bir kumrucuğu ben hangi yuvadan ürkütüp çıkarabilirim?”
“Ben artık senden umudumu kestim. Başımın çaresine bakacağım… Buraya birçok kadın düşürmek için şimdi Malik Tayyar, Nesip İhsan beyler ile bir tuzak düşündük. Bu işle sen görevleneceksin…”
“Seve seve…”
“Şimdi bir ilan yazacağız. Bunu birkaç gazete idarehanesine götürüp ücretle bastıracaksın…”
“Başüstüne!”
Semih Atıf Bey bloknottan bir kâğıt kopararak önüne koydu. Kalemi hokkaya batırdıktan sonra sordu:
“Söyleyiniz bakayım. Ne yazayım?”
Malik Tayyar hafif bir düşünce süzgünlüğüyle: “Yaşı on sekizden aşağı, yirmi ikiden yukarı olmamak üzere bir kâtip hanım aranıyor. Yükseköğrenim görmemiş olması sakınca sayılmaz. Türkçe yazmayı iyice başarması şarttır. Daktilo ve başka diller bilenler tercih olunacaklardır.”
Nesip İhsan Bey, yaylı gözlüğünü çıkarıp burnunun köküne bir daha yerleştirdikten sonra taşkın bir karşı koyma sesiyle: “Yok… Yok… Yok… Ne yapıyorsun? Olumsuz bir şekilde olsa bile yükseköğrenim falan karıştırma. Türkçeyi iyi bilmesi şartını da atıver. Başka dil ve daktilo kayıtlarının da hiç yeri yok… Hele yaşının on sekiz yirmi iki olmasından söz etmek hiç uygun değil…”
Malik Tayyar, şaşkın bir çehre ile arkadaşına dönerek: “Kardeşim düşündüklerini anlayamadım. Maksat başka fakat biz gösteriş olsun diye bir kâtip hanım arıyoruz. Bu mesleğe yaraşır bazı nitelikleri ileri sürmek zorunda değil miyiz?”
“Şüphesiz… Lakin kardeşim, bir kurnazlık yapılacağı vakit onu tamam kıvamına getirmeyi bilmelidir. Örneğin şimdi bizim istediğimiz bir kâtip bulmak değil. Buraya o ad altında birçok genç kadın çekebilmektir. İlanımızı türlü şartlar ile göz ürkütecek bir hâle korsak işimize yarayacaklardan çoğunun cesaretlerini kırmış oluruz… (Semih Atıf Bey’e dönerek) Yaz: Genç bir kâtip hanım aranıyor. Vazife ağır değil; aylık dolgundur. Cuma ve pazardan başka Sirkeci’de Koza Hanı’nda 14 numaraya müracaat…”
Bu defa Malik Tayyar itiraz çapkınlığıyla: “ ‘Vazife ağır değil; aylık dolgundur.’ sözü şüphe davet etmez mi?”
“Hayır, şüphe davet etmez. Tersine bu iki söz, bir büyü etkisi gösterir… Buraya koşacaklardır. Zaten ırz, namus mutaassıpları böyle ilanlara pek aldırmazlar. Ve onlar uygun bir koca bulamazlarsa açlığa mahkûmdurlar. Fakat bugün İstanbul’da kocasız, ekmeksiz ne kadar zavallı var biliyor musunuz? Âdeta ortada bir ırz spekülasyonu dönüyor. Semih Atıf Bey, âdeta diyebilirim ki buraya gelip de kendisini size beğendirmeyi başarabilecek bir kadın, birkaç zaman için fuhşun en hafif suretiyle geçimi sağlayacağından dolayı öbür zavallılara göre çok mutludur.”
Semih Atıf: “Fuhuş seli pek çok kadın sürükleyip götürüyor. Bu süprüntülerin içinde pırlantalar da bulunabilir.”
Malik Tayyar: Haydi farz edelim ki böyle bir pırlanta avladın… Bunu ne yapacaksın? Kravat iğnesi mi? Yüzük taşı