“Oraya senin gittiğin var mı ki beni göresin? Biz ustamla camiye gidemez isek de günde birkaç defa abdesthanelerine uğrarız.”
“Tuhhh mundar. Ellerin böyle berbat… Bari suratın bir parça temiz olsa… Ağzın burnun kahve telvesi içinde… Fincanları yalayarak mı temizleniyorsun? Ne yapıyorsun?”
Tosun, kısık bir kahkaha ile: “Su bulunmadığı yerde teyemmüm caizdir… Bilmez misin sen? Ben böyle soytarı gibi yüzümü gözümü telvelemesem hâlim yaman olur…”
“Neden ulan?”
“Şehir çocuğusun; şıp diye lafın babafingosuna fırlamalısın. Akşamları burası sarhoş uğrağıdır. Tuvaletli suratla gezinirsem Meryem Ana gibi birbiri arkasına beni öpmeye kalkarlar… Böyle Şafii köpeği süratiyle dolaşıyorum da ellerinden zor kurtuluyorum. Yatsıdan sonra sulanan sulanana… Ak sakallı Hacı Raif’ten ne umarsın? Bir akşam kahveyi tenha bularak beni ihtiyar kollarıyla şu aralıkta karmanyolaya8 getirmek istedi. Dizimi göbeğine koydum. Sıkıca bir çelikledikten sonra, ‘Baba, ak sakalından utanmıyor musun?’ dedim. Cüzdanını açtı. Benim için öyle yepyeni bir kâğıt lira hazırlamış ki…”
Öbür köşeden: “Tosun, az şekerli bir kahve yap…”
“Yapalım… Zaten şimdi ağdalı içen kalmadı ki…”
Saim İzzet, yamağın arkasından bağırarak: “Ulan yeni lirayı görünce ne yaptın?”
“Geç canım yürü… İhtiyarın fikri başka imiş… Kendi ırzıma leke getirmeden lirayı hak ettim. Şimdi bir tek zanaatla geçinilmiyor. Fakat… Çakarsın a? Laf aramızda… Herkesin esrarı kendine…”
Ali Fikri yavaşça: “Edepsiz hayta, hacıyı lekeliyor…”
Ahmet Necmi: “O herif de ne sinsidir… Gençliğinde Şam’da bulunmuş, buraya aykırı bir ahlakla dönmüş… Bize ne günahkârlık bulaşırsa bu mübarek ülkelerden gelir… Hacıyı torunu yerindeki bir oğlanla şakalaşırken kaç defa gördüm. Böyle pise yüz verilir mi?”
Saim İzzet: Hacıyı görünce söyleyeyim… Arkasından ne kirli taşlar fırlatıldığını bilsin…”
Ahmet Necmi: “Hacıda o yeni liralar, Tosun’da bu ahlak varken ne söylesen para etmez… İş yine tıkırında gider. Ahlakı bozuk ihtiyarlar, böyle düşkünlüklerde gençliği gölgede bırakıyorlar…”
Ali Fikri, göğsünü ileriye kabartıp kollarını geriye vererek tatlı tatlı gerine gerine: “Canım hacıyı Tosun’u bırakınız şimdi. Bilirsin midesine, ötekinin de suratına… Biz kendi dalaveremize bakalım… Bugünlerde çok açlığım var… Canım öyle bir karı istiyor, öyle bir karı istiyor ki…”
Saim İzzet, aynı tatlı gerinme ile gözlerini bayıltarak: “Nasıl karı?”
“On sekiz yaşında, dolgunca vücut bir afet… Hani ya incecik elbisesi art davlumbazının ortasında derin ve uzun bir çizgi çizer… Her adım atışta bu yuvarlak kısım iki kalçaya doğru bıngıl bıngıl gider gelir…”
Saim İzzet, Ali Fikri’nin iki küreği arasına bir yumruk aşk ederek: “İşte ona Havva Ana değirmeni derler. Hazreti Âdem’in unu orada öğütüldü.”
“Ooof be arkamı çökerttin. Havva Ana’mızın o bıngıl değirmeniyle birlikte senin de galiba fena hâlde başın, zihnin, aklın dönmüş.”
“Ne dersin kardeşim… Şimdiki jarseler, krepler, o püften ipincecik kumaşlar körpe kadın vücutlarının kuytu yerlerine öyle sokuluyorlar ki bu fanteziye dokumalarda çok duygulu bir zampara ruhu bulunduğuna insanın hükmedeceği geliyor…”
3
Ahmet Necmi saatine bakarak: “Ona geliyor. İzzet, seni yazıhanede beklemezler mi?”
“Beklerler. Ne çıkar ondan!”
“İşiniz yok mu?”
“Arada sırada olur. Fakat çok zaman sinek avlar dururuz.”
“Sinek avlamakla handaki o dairenin kirası çıkar mı?”
“Kimin umurunda?”
“Ne demek?”
“Ne demek olacak… Apartmanın kirasını bizim bey oradaki kazancından mı veriyor sanıyorsun?”
“Ya nereden veriyor?”
“Harp zamanında bizim beyin mebusluktan başka sekiz önemli görevi vardı. O zaman yükünü tutmuş. Sana bir iktisat kuralı söyleyeyim: Ortalık yoksulluk sıkıntısı içinde kıvranır, herkes açlıktan inlerken öte yanda sekiz on kişi zengin olur. İşte bu, bir kolpası-na getirip kanunun elverişli yanından yararlanarak etrafı soymaktır. Bu mutlu azınlığa girebilirsen çalarsın düdüğü… Bizim bey zengindir. Öyle birkaç apartman kirası ona vız gelir. Şimdiki uçarıca harcamalarını güya bu yazıhaneden çıkarıyormuş gibi gösteriyor. Bu da aleyhindeki kötü sanılara bir perde çekmek için bir dalaveredir… Çakıyor musun? ‘Velinimetim’ aleyhinde bana boşboğazlık ettirmeyiniz be…”
Ali Fikri: “İş olmadığı vakitlerde akşama kadar ne yaparsınız orada?”
Saim İzzet: “Tatlı tatlı gır geçeriz…”
“Ne gırı?”
“Karı lafı be… Her gün idaremiz işsiz güçsüz misafirlerle doludur. Gelsin cigara, kahve, çay, limonata… Gırla lakırtı.”
“Karı ticareti mi yaparsınız?”
“Yok… Bu konuda biz tüketiciyiz… Karı dedin mi bizim beyin göğsünde ciğerleri görünür…”
“Karıcılıkta sanki sen ondan aşağı mısın?”
“Bu noktadaki zevklerimizi tamamıyla birbirine uygun olduğu için Semih Atıf Bey’e kapılandım ya…”
Ali Fikri mayhoş bir şey söyleyeceğini anlatır bir yüz buruşukluğuyla: “Kızmazsan sana bir şey söyleyeceğim.”
“Lafına göre…”
“Lafın benimle ilgisi yok. Duyduğumu söyleyeceğim.”
“Söyle…”
“Sizin idarehaneye arada sırada kadın misafirler de geliyormuş…”
“Olabilir a… Şimdiki zamanda bu şaşılacak bir şey mi?”
“Aralarında çok şıkları, güzelleri, eşsizleri varmış…”
“Bu da şaşmaya değer bir şey değil.”
“Kimi de sizin bey bu güzel ziyaretçilerle odaya kapanıyor, sen kapı önünde bekçilik ediyormuşsun.”
“Al bilmem neresinden vur duvara… Bu da sanki laf mı? Oğlum ben emir kuluyum. Bana ‘Şu kapının önünde biraz bekle!’ emrini verirlerse ‘Hayır beklemem!’ demek olur mu?”
“İçeriye oynak, aynalı bir genç karı ile kadın düşkünü bir delikanlı kapanırsa senin kapı önündeki bekçilik görevinin adı ne olur?”
“Pezevenklik, diyeceksin…”
“Dersem haksız bir şey mi söylemiş olurum?”
“Hâlâ büyükbabanın zihniyetiyle yaşıyorsun. Hâlâ hayvanlara özgü çayırlıkta otluyorsun. Bu bekçiliğe hovardalık dilinde ‘arkadaşlık’ derler. Gün ve sıra gelir ki bey de öyle bir kapı önünde beni bekler. Bu ham düşünceleri