İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Madam Zorluyan, önemli bir ticarethanenin ‘direktris’i1 olduğunu gösterir bir çalımla, göğsünde prostela,2 belinde bir demet anahtar, boşalan çiftehane odalarını dolaşarak yanındaki delikanlı hizmetçiye “Yervant!” dedi. “Bilirsin bu zanaatın da tadı kaçtı… Eski müşteriler geneleve avuçla para bırakıp giderler idi. Şimdikiler bizden bir şey aşırarak sıvışıyorlar. Arkalarında dolaşıp daima mukayyet olmalı ki soyulduğunu anlayasın. Ya ırz hastalıklarının bu kadar türlü be türlüsü şimdiyecek görülmemiştir. Ahlakı ve makinesi sağlam bu dünyada ne karı kaldı ne erkek…”
Yervant sırıtarak: “Sözünde az buçuk haklısın Madam…”
“Ka neden?”
“Ben de erkeğim…”
“He malum… İspata kalkma. Şüphem yok…”
“Yirmi bir yaşındayım. Beş senedir genelev hizmetçiliği ederim.”
“E! Bunun için iftiharlık rozeti istersin?”
“Daha makineme bir keder gelmemiştir.”
“Yervant, hıyar gibi laf etme… Makinenin keyfini kederini şimdicik soran vardır senden? Sanki sana imreneyim deyi sağlam olduğunu bana ballandırorsun?”
Yervant, para ile işini görebileceğini andırırcasına anası yerindeki bu kadının kart yüzüne dik dik cesaretle bakarak: “Ah Madam, bende o talih vardır ki sana dost tutulayım?”
“Haydi kaz yavrusu… Adam oldun da sen de kendini listeye koyuyorsun?”
“Denemesine varabilirsin… Ben daima aldığım parayı son kuruşuna kadar hak ederim…”
“Haydi zevzek, daima para… Ağzında başka şey gezmez…”
Direktris bir kapalı kapı önünde durup yumruğuyla küt küt vurarak: “Annik, bu üçüncü keredir ki kapını gümletiyorum. Ses vermeyorsunuz. Geberdiniz? Ne oldunuz? Geçenlerde Mari’nin genelevinde böyle bir şey oldu, iki sevdalı birbirinin koynunda büyük uykuya varmışlar… Vakıtlar acayip, siz de böyle bir iş etmeyesiniz? Beni meraka koymayınız. Çabuk cevap ediniz.”
Bir süre boşuna bekledikten sonra: “Bir Rabb’im, sana sığınmışım. Başıma bir bela verme. Oh mega hâlâm ses yok…”
Anahtar deliğinden içeriyi dinleyerek: “He solukları geliyor. Pis pis bir şeyler duyuyorum. Gebermemişler… Kız, niçin böyle inadına suspus durorsun? Cevap etsene?”
İçeriden Türk şivesiyle bir erkek sesi: “Madam Zorlu, niçin bu sabah bizi rahat bırakmıyorsunuz?”
“Hangi sabah evladım? Vakit ikindiyi geçti… Bir gecelik ücretiyle bunda iki gün yatılmaz… Aksatamıza ket vurma. Burası ticarethanedir, işimiz öyle ister ki dünküleri savalım ki akşama başkaları gelsin…”
“Haydi defol kapının önünden… Sözün parana geçer…”
“Hangi paraya geçecek. Geçen günü de böyle dedin. Borcunu deftere yazdırdın. Bu iş asla veresi kaldırmaz. Bütün esnaf ile bir olarak ben de kapımın üzerine ‘Bugün Peşin Yarın Veresiye’ ilanını koyacağım… Kız Annik, o kalkmayorsa sen niçin davranmıyorsun?”
Annik: “Ka bırakor ki kalkayım?”
Müşteri: “Ben onu yatağa çiviledim. Kalkamaz…”
Direktris: “Oğlum, kız hastadır. Çok eziyet verme… Ben onu biraz tımara, meramete koyacağım… Arnavutköy’de bir papas eniştesi vardır. Oraya gitsin birkaç gün havasını tebdil etsin.”
Müşteri: “Zevzek karı, hiç Beyoğlu’ndan Arnavutköy’e hava tebdiline gidilir mi? Oranın havası buradan pistir… Hem genelevde yorulup yorulup da papazın evinde dinlenilir mi?”
“Papas çok mübarek bir adamdır. Kıza iyi bakar…”
“Annik’in ablası da burada çalıştıktan sonra mı o mübarek adama vardı?”
“Perüz, ah ne iyi kız idi bilsen! Böyle Annik gibi üç gün zampara koynunda yatarak kendine kimseyi doyurtmaz idi…”
“Merak etme. Bu da doyurtmuyor. Doymuş olsaydım erkenden kalkıp giderdim. Bunu da çırak çıkardığın vakit bir piskoposa ver…”
“Haydi oğulcuğum, şimdi doktor gelecek kızları muayene edecek…”
“Doktor, Annik’i benim kadar uzun saatlerle derinden derine muayene edemez. Ben ona yetmiş kulaca iskandil saldım. Fazla yorgundur. Birkaç gün kızağa çekmeli, karinasını temizlemeli, açılan yerlerini güzelce kıtıklamalı, ziftlemeli… Sonra ben ona kendi imzamla temiz pratikası vereceğim…”
“Bu ne biçim laflardır ki edorsun? Bu koynundaki karı mıdır? Mavuna mıdır? Salapurya mıdır? İnsan kısmının dibi kıtıkla ziftlenir hiç?”
“Senin evindeki karılar, Yemiş İskelesi’ndeki dolmuşlardan berbattır. Fazla ve her cinsten müşteri taşımadan hep omurgaları bozuktur. Ziyade su ederler. Meltem havalarda bile yalpasız gidemezler. Müşterilere bulantı gelir…”
“Zevzek oğlu zevzek, susarsın artık! Evimin adını pise çıkaracaksın. Burası namuslu kerhanadır. Namuslu müşteriler alır… Kızlarımı beğenmiyorsan hesabını gör. İşine git… Onları elimi öpenlere çıkartırım. Hem de dört kat ücretiyle… Lafa karnım toktur. Haydi yavrum ben artık çene yiyemem…”
“Çene yiyemez isen sana iç kapaktan bir döş çıkartayım.”
“Zevzekzadem, elverir altık diyorum… Tramvaya, vapura, çimendüfere, arabaya, kayığa oturanlar paralarına kadar yol gidip nihayet inerler. Kiralık şeyler hep böyledir. Sen bindiğin salıncaktan inmek istemiyorsun. Bayramda çocukları görmedin hiç? Salıncakçı ‘Yandı!’ deyi bağırırsa ya tekrar para verirler ya ondan aşağı inerler…”
“Benim salıncakçım daha ‘Yandııı!’ diye bağırmadı ki…”
“Kız, bağırsana…”
İçeriden boğuk boğuk anlaşılmaz sesler işitildikten sonra müşteri: “Bütün nefes delikleri tıkalıdır; bağıramaz…”
Annik’in yerine Madam Zorluyan yaygaraya başlayarak: “Evime bir müşteri geldi. Lava demir attı. Üç gündür gitmeyor. Benim hesabıma yiyor, içiyor, erkekliğinin sefasını icra ediyor. Yatağından çıkan kızlar merametlik hırtlamba oluyor. Bana bir akıl öğretiniz. Hangi mahkemeden dava edeyim? Adalet kâtibine gideyim? Sulh hükemasına derdimi boşaltayım? Ka divane olacağım. Ben de bilmiyorum ki ne edeyim?”
Müşteri: “Sözümü dinlersen sana bir öğüt vereyim…”
“De bakayım yine ne kızıl yakut yumurtlayacaksın?”
“Sana hak veriyorum. Annik yoruldu…”
“He, babanın canına irahmet… Yoruldu… Evladım