“A! Kocasıyla ilgili böyle önemli bir işte benim hanımım mezarda olsa dirilir kalkar… O herifin bu azgınlığı bizim beceriksizliğimizden… Köpeksiz köyde çomaksız oynuyor… Kocasını böyle bir durumda yakalamak için ne dedim sana; kadınım varını yoğunu feda eder vallah…”
Hüsniye, kazançlı bir işin yolunda bulunduğunu bir kez daha anladı. Becerikliliğini duyurduktan sonra biraz da kendini naza çekmek için: “Bugün başka önemli işlerim var ama hanımefendinin hatırı için her şeyi feda edeceğim. Haydi… Sağımıza solumuza dikkat ederek Eminönü’ne doğru yürüyelim… Hak, doğrunun yardımcısıdır. Ya şoförün kendisine ya bir arkadaşına rast geliriz. Onlar birbirlerini tanırlar…”
9
Hüsniye, daha serbest yürümek için çocuğun birini, oğlanı dadısının elinden aldı. Şimdi iki kadın ellerinde birer çocuk, caddeye çıktılar. Vakıf Han’ın önünden yürüdüler. İçleri eşya yığını gibi dolu ve sahanlıklarına insan salkımları asılmış tramvaylar aşağı yukarı çanlarını öttürerek akıyor, otomobiller kalabalığın arasından birer canavar homurtusuyla kıvrıla kıvrıla koşuyor… Bu dar caddeden taşan halk, kedi görmüş fareler gibi oraya buraya kaçışıyor; canını Allah’a emanet edip de karşıdan karşıya çırpınarak koşanlar görülüyor.
Fırının köşesini döndüler. Orada ecza deposunun önünde durmuş bir otomobil gördüler. Boynunu kaplumbağa gibi iki omzunun arasına çekmiş sigarasını tüttüren şoförden Hüsniye sordu:
“Kardeşim, ikinci dairenin 628 numaralı arabasını işleten meslektaşını tanıyor musun?”
“Ne yapacaksın?”
“Otomobilinde bir paket unuttum da…”
“Tanımıyorum…”
Bu olumsuz cevabı alarak yürüdüler.
Hüsniye: “Hiçbir işte ilk başarısızlıklardan yılmamalıdır. Çarçabuk elde edilen şeylerin tadı olmaz. Asıl iş, uğraşılarak başarılanlardır…”
Kâmile: “Aman Hanım, ben üzüntü kaldırmam. Hanımefendi hiç kaldıramaz. Ben Tezveren Dede’ye adağımı adadım zati… Tanrı işimizi bir ayak önce kolaylaştırsın… Bence en iyi işler en çabuk olanlardır.”
Deponun önünden Mayer’in köşesine kadar çocukları kucaklarında geçirdiler… Eminönü’nde sıra sıra müşteri bekleyen otomobil birikintileri arasına daldılar.
Hüsniye, şoförlerin beş altısına yine sorusunu tekrar etti. Bazıları lakırtıya bile tenezzül etmeyerek yalnız başlarıyla “Hayır…” işareti veriyorlardı. En sonunda bir tanesi köprüden kıvrılan bir otomobil göstererek “İşte aradığınız Şakir geliyor…” dedi.
Hüsniye, başını çevirdi. İşaret edilen otoyu görür görmez sevincinden sarılır gibi Kâmile’nin omuzlarından tutarak: “Hah işte o… İşte o… Ta kendisi…”
“Şimdi ne yapacağız hanım?”
“İşte asıl diplomatlığı şimdi yapacağız…”
“Ne yaparsan yap… Herifin ağzından bu sırrı haber al…”
“Hanım, bunların ağızları para ile açılır… Bu yolda bana istediğimi yapma iznini veriyor musunuz?”
“Yerden göğe kadar… Tek şu çapkınları bastıralım. Kendisine sormadan işte ben, hanımefendinin ağzından sana söz veriyorum. Korkma, şoföre ‘İstediğini vereceğim!’ de! Yüzün kara çıkmaz…”
628 numaralı araba, Gümrük Caddesi’ne doğru bir kavis çevirerek sıraya girer. Kadınlar o yana doğru koşuşurlarken Turgut iki eliyle Kâmile’ye asılarak: “Dadı…”
“Yürü… Şimdi herifi kaçıracağız… Ne var?”
Çocuk, büyük kalın sesiyle: “Çişim var…”
“Hangisi?”
“Kocaman…”
“Turgut donuna etsen şu anda seninle uğraşacak vaktim yok. Şoförü kaçıracağız. Şimdi herif bir müşteri alırsa kuş gibi gözden kaybolur.”
Oğlan tepinerek: “Ediyorum… Ediyorum…”
“Etme… Koca oğlan ayıp değil mi? Etme. Yerin dibine gir ilahi! Akşamlara kadar yukarıdan doldurup aşağıdan boşaltmaktan başka işiniz yok… Sekiz okka yemiş yedin yumurcak. A elbette… Miden, karnın doldu taştı. Nereye götüreyim? Bu kalabalığın içinde nereye becerteyim ben bunu?”
Kâmile etrafına bakınırken Mihriban aynı tepinme, aynı yaygara ile: “Dadı… Benim de geldi.”
“Senin de mi geldi? Babalarının yumurcakları. Domuz yavruları… Zaten biriniz ne yaparsa arkasından öteki de onu yapar. Yemeniz içmeniz hep böyle… Her şeyde sidik yarışına çıkarsınız. İkinizi de götüreyim şuradan denize atıp kurtulayım…”
Oğlan iki büklüm, sararmış bir beniz ile göbeğini tutarak çabasının son boğumunda olduğunu gösterir bir telaşla: “Dadı… Dadı… Vay… Vay…”
İşte şaka olmadığını anlayan Kâmile, çocuğu iki omzundan kavrayarak: “Dişini sık… Çişini tut… Yoksa şimdi seni yere vurur, kabak gibi patlatırım…”
Oğlanı deniz kıyısındaki helaya doğru koştururken kız aynı acıklı durumda süzülerek: “Dadı… Dadıcığım… Aman… Aman…”
Kâmile, Hüsniye’ye: “Sen de öteki yumurcağı omuzlarından kavra… Abdesthaneye kadar getir bırak. Sonra şoföre koş… Herifi kaçırmayalım. Bu piçler işimiz tam kıvamında iken ortasına ettiler…”
Muhbir Kadın, söylendiği gibi yaparak çocuğu helaya bırakır. Şoförün yanına koşar.
Bir sigara sarmakta olan şoförün önünde durarak: “Kardeşim Şakir Bey…”
Şoför, kendisine kardeşlikle birlikte beylik payesi veren bu kadının yüzüne dikkatle bakarak: “Adımı tanıyorsun fakat ben seni bilemedim.”
“Epeyce vakit önce birkaç defa arabana bindik. Ben seni tanıyorum. Sen günde yüz türlü müşteri taşıyorsun. Elbette çoğu aklında kalmaz.”
“Canım epeyce dediğin şey ne kadar zamandır? Benim şoförlüğüm çok eski değildir…”
“Canım şimdi oraları nemize gerek… Gözünü açıyor musun? Önemli bir iş var…”
“Önemli bir iş mi var? Nedir? Dağa adam mı kaçıracağız?”
“Allah göstermesin kardeş. Öyle canice işleri ne ben kabul ederim ne de sana yap derim… Benim sana söyleyeceğim şey namussuzlara karşı namusu savunmak yolunda bir iştir.”
“Ben mahkeme başkanı değilim. Savcı hiç… Bir şoför şunun bunun namusunu nasıl savunur?”
“Çok uzatma vakit yok… Yarısını bana vermek şartıyla şimdi şıp diye elli lira kazanmak ister misin?”
Elli lira rüşvet teklifiyle başlayan bu namuslu işe şoför biraz şaşarak: “Sen kurnaz bir kadına benziyorsun?”
“Nereden anladın?”
“Yarısını sana vermek şartıyla bana elli lira kazandırıyorsun… Yarısını sana verince bana yirmi beş kalır hanım hemşire… Ben lafın piyazını, asıl sözden ayırmayı bilirim… Bu elli lira kalabalığıyla zihnimi doldurup kandırmaya