İzzet: “Buyurun küçük hanım, içeriye…”
Kız yürüdü. Fısıltılar yükseldi. Uzun karı:
“Bu hanım benden çok sonra geldi. Kıdeme riayet olunmuyor… Her yerde keyfî muamele, eski haksızlık. Biz Türkler adam olur muyuz hiç?” homurtularıyla yerine oturdu.
Mürvet Hanım’ı odaya aldılar. Genç kız, sürüden ayrılmış bir kuzu gibi etrafını yadırgayarak şaşkın, sıkılgan, ürkek bakışlarla nerede duracağını, ne yapacağını bilmez duraksamalarla kızardı.
Semih Atıf, pek çabuk bir göz kıpıştırmasıyla avın pek iyi olduğunu İzzet’e anlattı ve sonra kâtip adayına bir koltuk gösterdi. Kızcağız dokunmaktan korkar gibi bu geniş şeyin ucuna seçilir bir titreyişle ilişti.
Yiyecek gibi bir iştahla kıza baktıkça Semih Bey’in neşesi artıyor ve kendi kendine içinden: Olağanüstü, eşi bulunmaz bir güzel değil… Solukça zayıfça bir tip. Lakin çok genç, çok körpe, daha çocukluk çağından tamamıyla kadınlığa geçmemiş. Bu yaradılıştakiler erkeğe tutkulu olurlar. Aman sıkmayalım. Biraz gönlüne emniyet vererek çekingenliğini giderelim.
Yazıhane sahibi, gözlerini küçülte küçülte cigarasını çekerek: “Küçük Hanım ne biliyorsunuz?”
Mürvet’in solgun yüzünde bir pembelik dalgalandı. Flüt gibi ince ve ahenkli bir sesle: “Beyefendi, cüretimi affedersiniz. Çok şey bilmem. Fakat yalandan hoşlanmam. Bir talih denemesi diye geldim… (Biraz kekeleyerek) Çünkü öyle gerekiyordu… İlanda vazifenin ağır olmadığını yazmışsınız. Belki… Kim bilir? İktidarsızlığıma uyar bir iş bulabilirim dedim… Geldim…”
Kızcağız, uygunsuz bir cevap almak korkusuyla hemen ağlayacak gibiydi.
Semih Bey, sesinin perdesine avutucu bir tatlılık vererek: “Sıkılmayınız küçük hanım. Biz de derin bilgili bir kâtip aramıyoruz. İşimiz hafiftir. Biraz imla, okunacak kadar bir yazı… Dört işlem derecesini pek geçmeyen bir hesap…”
“Efendim, bu kadarına söz veririm. İmlam vardır. Düzgünce bir ifadem olduğunu söylemeye de cesaret edebilirim. Çünkü şimdi adını gizlemek zorunda olduğum rahmetli büyük babam, memleketimizin tanınmış ediplerindendi. Küçük yaşımdan beri hep onun özenli öğretmesiyle dilimi yazmayı öğrendim. Ben bir şehit kızıyım efendim… İki küçük kardeşim daha var… Annem cariyeniz…”
Mürvet sözünü bitiremedi. Kesildi. Küçük, sık, sarsıcı hıçkırıklarla nazik başı önüne düştü.
Bu samimi, bu masum üzüntü levhası karsısında Semih’in zihni bulandı. Hafifçe başı döner gibi oldu. İnsan, ağırlığını bile bile bir günah işlemeye hazırlandığı zaman, çirkince isteklerine yenilmesinden bir iğrenti duyar. Fakat vicdanını sarsan büyük isteği de silkinip üzerinden atamaz.
Yazıhane sahibi bu üzüntü sağanağının geçmesi için bekledi. Kızın sarsıntısı kesildi. Yüzünden ufacık buruşuk mendili çekti. Şimdi geçiveren bir fırtınadan sonra bulutların ortasından açılan parlak bir gök parçası durgunluğuyla kıvırcık, siyah kirpikleri arasından yalvaran sabit bakışlarla sanki, “Beni kurtarınız… Kurtarınız… Namus sınırları içinde, size bu çelimsiz gövdemden ummadığınız bir çabayla çalışırım…” demek istiyordu. Semih, kızın bakışlarındaki bu anlamı okuyarak düşündü. Bu dünyada olup gidecek ya da olmaya mahkûm kötülükler engellenebilir mi? Yetim iki küçük kardeşini, hasta anasını beslemek için tehlikeli geçim denizinden kısmetini avlamaya çıkan bu genç kız, herhâlde bir kayaya çarpacaktı. Onu kurtarsa kurtarsa iyiliksever bir koca kurtarabilirdi. Fakat bu koca nerede idi? Şimdiki evlenecekler önce başlarını sokacak bir bucak, sonra bütün bütün yardımlarına muhtaç olmadan kurulmuş bir sofra, yani masrafın yarısından aşağısına katılacak iç güveyilikleri arıyorlar. Büsbütün beleşten geçinecek evlenme arayanların sayısı, sınırı yok ya… Fakat bir ailenin bütün masraflarına birden omuz uzatacak kocayı, böyle babayiğitleri artık hiçbir yerde aramayınız… Takımıyla kocalarının sırtına binecek kızların gelecekleri karanlık… Böylelerine, sevgi ve benzeri nedenlerle, umulmaz istekliler çıksa da sonra geçinmesi güç… Hırgür, boşanma, oh, birtakım facialar…
İşte Mürvet, bu zavallılardandı. O çelimsiz vücuduyla, tecrübesiz genç kafasıyla ailesini besleyecek bir iş aramaya çıkmıştı… Acaba her başvurduğu yerde bu kızın masumluğuna acıyan, şehit babasının yurt topraklarına akıttığı sıcak kana saygı gösteren olacak mıydı? Oh ne boş bir soru… Bu kızcağızın körpelik kaymağına eninde sonunda hoyrat parmaklar banacağa benziyordu. Çünkü İstanbul kaldırımlarında bu duruma düşmüş kızlar hesapsızdı… Onun için böyle bir avı başkalarının kısmetine bırakmak bir ahmaklıktı. Ayağına gelen kısmeti tepmemek için böyle bir muhakeme yürüttü: Karnı aç olan hiçbir canavar, paralayacağı ava acımaz. Kendi nefsine etrafın hakkını ve canını kurban eden bir yaratık, insan suretinde yaratılmış olsa da bir canavardır.
Semih’le İzzet bir kapan kurmak için karşıdan göz göze anlaştılar. Bu sefer İzzet Saim rolünü yapmaya girişti. Bu iki genç erkeğin fıldır fıldır yanan gözlerinde, zavallı varlığı için melul melul şefkat arayan kızcağıza dönerek “Küçük Hanım, hiçbir imtihana lüzum yok. Siz seçildiniz. Buyurunuz içeriki odaya… Yaşlı memurumuzun yanında biraz dinleniniz. Bize iki kâtip daha lazım. Fakat böyle olduğunu dışarıdaki hanımlara söylemiyoruz. Çünkü gürültü kopuyor. Henüz sizi seçmemiş gibi davranarak giriş yerinde bulunan hanımlardan ikisini daha seçeceğiz…” dedi. Mürvet’in önüne düştü. Onu Mansur Efendi’nin odasına oturttuktan sonra beyin yanına dönerek “Oh bir tanesi kapana girdi. Öbür ikisini de böyle ustalıkla avlamalıyız…” dedi. Oda kapısından girişe bağırdı:
“Nükhet Feyyaz Hanım, Üsküdar…”
Sarışın, baygın gözlü, serbest davranışlı, hangi milletten olduğunu ayırt etmeye yarar hemen hemen üzerinde hiçbir şey taşımayan bir genç kız, göze çarpan bir sevinç gülümsemesiyle yürüdü.
Kadınlar arasında yine bir uğultu koptu. Serviyetli kadın, yürüyen bir direk gibi, yine ortaya dikilerek kırgınlığından kabalaşan bir sesle: “Yolsuzluk oluyor. Kıdem aranmıyor. Hak gözetilmeyen işlerden hayır gelmez…”
İzzet Saim, biraz sertçe cevap verdi:
“Haksızlık etmiyoruz. Adlar üzerine piyango çekiyoruz. Kime rastlarsa onu çağırıyoruz…”
Acur karı:
“Kıdem dururken piyangoya ne lüzum var efendim?”
“Biz saat tutmadık ya… Kimin erken geldiğini ne bilelim? Şimdi onun için de çıkacak gürültüyü dinlemeye vaktimiz yok…”
Nükhet Feyyaz Hanım içeri alınırken uzun karı arkasından bağırıyordu:
“Benim ilk geldiğime bir diyecek yok ya? İçerideki yaşlı efendi şahittir… Haksızlık oluyor hanımlar…”
İzzet Saim biraz daha öfkelenerek: “Hanım, sabahleyin buraya adımını atar atmaz, daha hiçbir emeğin geçmeden, ne çabuk hak davasına kalkışıyorsun? Burası bir idarehanedir… İstediğimiz gibi hareket etmekte serbestiz. İşine gelirse bekle, gelmezse buyurun işte kapı açık…”
İzzet, içeri alınan