“Saray köleler ocağıdır. Ocağımız ise erler yatağıdır. Padişah katında bürüneceğin sırma, sümüklü böceklerin duvarlara işlediği yaldıza benzer. Çünkü sürünerek gezeceksin. Ocağa girersen boyun uzayacak, boynun dikleşecek, sesin gürleşecek. Onun için saraydan kovulduğuna tasalanma. Sen düşmedin, kalktın. Padişahı kaybettin amma Nakilci’ye kavuştun. Bundan geri sırtın yere gelmez.”
Hüseyin bön bön sordu:
“Ne olacağım ağa? Anlamadım…”
Nakilci, gözlerini onun yüzünde gezdire gezdire cevap verdi:
“Ocağın tosunu!..”
Ve münakaşa kabul etmeyeceğini hissettiren bir sesle istikbalin krokisini çizdi:
”Bugünden tizi yok, sofa tezkeresi alacaksın. Benim yanımda kalacaksın. Sultan Mahmut’tan üç umuyorsan benden beş um. Seni kuş sütüyle beslerim, âleme tanıtırım. Padişah da varsın, kaybettiği sesi sokaklarda arasın. Biz ondan adam alırız amma o bizden eski bir pabuç alamaz. Anladın, değil mi?.. Öyleyse geç yanıma otur. Bismillah deyip bir kayabaşı oku!..”
Nakilci, vaktiyle İkinci Selim’i İstanbul sokaklarında bahşiş için sıkıştıran ve herife at üstünde saatlerce ter döktüren yeniçeriler gibi pervasız konuşuyordu.49 Çünkü aynı ruhu taşıyordu. Gene o, eski padişahlardan Genç Osman’ı -öldürülmek üzere Yedikule’ye götürüldüğü sırada- güzel bulup çirkin bir iştiha ile baldırlarından okşayan Altıncıoğlu gibi gem almaz bir ihtirası temsil ediyordu, çünkü aynı takımdan ve aynı soydandı.50 Gene o, Dördüncü Murat’ı zorla ayak divanına çıkararak apaçık tahkir eden, hatta üzerine saldırarak, vurmak için el kaldırarak korkunç sözler püsküren ocaklılar gibi tahtı, üstüne tükürülebilir bir tahta yerine koyuyordu. Çünkü aynı karakter sahibiydi.51
Hüseyin -bütün saffetine rağmen- nasıl bir adamla karşılaştığını anladı. Kendini seferli koğuşuna çırağ eden padişahla bu işi beğenmeyerek bozduran ocak arasındaki kuvvet farkını da bütün genişliğiyle gördü. İkinci Mahmut’un nazik sesi, gönül okşayan durumu kısa bir lahza kulağında ve gözünde canlanmış, sonra bu hatıralar Nakilci’nin gürleyen sadası, öd koparan heybeti karşısında silinip uçmuştu. Artık kudretin -babadan, dededen kalma bir miras olarak-sürülen saltanatta değil, silahın ve cesaretin yarattığı pervasızlıkta bulunduğunu gereği gibi anlamış bulunuyordu.
Korkmuyordu, yalnız düşünüyordu. Nakilci’ye uyup yepyeni bir hayata atılmak mı, yoksa koynundaki beratın temin ettiği lokmaya kanaatle bir han köşesine çekilerek saraya da ocağa da yabancı kalmak mı doğruydu? Korkunç yeniçerinin emrini yerine getirmek için hafızasından şarkı seçiyor gibi görünerek bu düşünceyi geçiriyordu. O arada Seher’in yüzü yüreğinden kalktı, göz bebeklerine geldi ve muhakemesini altüst etti. Şimdi kararını kendi iradesinden değil, Seher’in hayalinden alıyordu ve onu bulmak için ocağa yaslanmak ihtiyacını duyuyordu.
Hüseyin bu ıstırara çarçabuk boyun eğdi, dünü ve o günü unutup yarının -Seher hâlinde temessül eden- cazibesine kapıldı ve bu ruhi hâletin şevkiyle terennüme başladı. Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru yürürken olduğu gibi, gene coşuyor, taşıyor ve sesine dalgalı bir aşk denizi yükleyerek dinleyenlerin kulaklarına köpük köpük ahenk döküyordu.
Babaları görmüyordu, ağaları görmüyordu, kendini kıskana kıskana süzen delikanlıları görmüyordu. Muhitin üstünde, belki hayatın ve kâinatın üstündeydi. Yalnız Seher’i görerek, yalnız Seher’in nurunu içerek ve yalnız ona sesini işittirmek isteyerek yüreğini inletiyordu.
Kahvedekiler sikkelerini yere atacak, silahlarını bırakıp soyunacak ve hep birden raksa kalkacak kadar cezbelenmişlerdi. Babalar bu cezbe içinde Hacı Bektaş’ın ruhunu imrendirecek bir ayin-i cem kuruntuluyorlardı. Ağalar bu cezbe içinde bir günah gecesi düşünüyorlardı. Delikanlılar bu cezbe içinde bir aşk dakikası tasarlıyorlardı. Hüseyin, eşsiz sesiyle ve sesine yüklediği gönül ihtirasıyla herkesin ihtirasını ayağa kaldırmıştı.
Bir aralık -Seher’i ruhuyla selamlayarak- sustu ve Nakilci’nin yüzüne baktı. Herif enikonu değişmişti. Dalgalar arasında kalmış gibi ıslak bir yorgunlukla oturduğu yerde küçülmüş görünüyordu. Ses, silahı yenmişti ve aşk nağmesi pars dişli ağızları acze düşürmüştü.
Hüseyin bu sahneden haz aldı. Padişahı mest eden sesiyle padişahlara kafa tutan bu adamları da her zaman sendeleteceğini düşünerek sevindi ve yeni bir beste okumaya hazırlandı. Fakat Haydar Baba, şu kısa fasıla sırasında kendini toplamıştı, gözlerini süze süze yalvarıyordu:
“Bir nefes oku can, bir nefes oku.”
Babanın niyazı ocaklılar için reddolunmaz fermanlar kadar kıymetliydi. O niyaza karşı naz edilemezdi. Fakat Hüseyin, içine düştüğü muhitte yalnız Nakilci’ye değer veriyordu. Onun için Haydar Baba’nın dileğini hemen yerine getirmedi, henüz dalgın görünen ünlü yeniçerinin gözlerine gözlerini çevirerek tatlı bir bakışla fikrini sordu. Nakilci de bu nezaketten son derece mütehassis olarak diz üstü çöktü:
“Mademki…” dedi. “Baba emrediyor. Okumalısın.”
Malum olduğu üzere Bektaşi şiirlerine nefes denilirdi ve bunlar en çok on bir hece üzerine söylenirse de içlerinde yedi sekiz hecelileri de bulunurdu. Hele nefeslerin “ilahi” takımından olanları ekseriya kısa heceli olarak vücuda getirilirdi.
Bektaşi edebiyatı -başka tarikatlarınkiyle divan edebiyatına bakılırsa- öz Türk edebiyatı sayılabilir. Vezni ve dili bilhassa Türk’tür. Bu haysiyetle halk arasında büyük bir kıymet almış ve nefesler, en ücra köylerde bile teneffüs olunan bedii bir hava yaratmıştı.
Hüseyin, yaradılışındaki yüksek kabiliyet sevkiyle birçok güzel şarkılar bellediği gibi, beş on nefesi de öğrenmişti. Şarkıların hangi şair ve hangi bestekâr elinden çıktığını bilmemesine rağmen, makamlarını nasıl sesine yakıştırıyorsa ne gibi bir felsefeye istinat ettiklerini kavrayamadığı nefesleri de olgun bir Bektaşi ağzıyla terennüm edebiliyordu. Nakilci’nin dinlemeye hazırlanarak yaptığı ihtar üzerine diz çöktü, okumaya koyuldu:
Gel benim sarı tamburum
Sen niçin inilersin
İçim oyuk, derdim büyük
Seher diyu inilerim.
Koluma taktılar eli
Söylettiler binbir dili
Oldum muhabbet bülbülü
Seher diyu inilerim.
Başıma koydular perde
Uğrattılar türlü derde
Kim kala, kim göçe burda
Seher diyu inilerim.
Gel benim sarı tamburum
Dizler üstünde yatırım
Gene kırıldı hatırım
Seher diyu inilerim.
Babalar, gene cezbeye kapılmakla beraber, garip bir uyanıklık göstermekten geri kalmıyorlardı. Nakilci de gözlerini açıp kapayarak, kaşlarını çatıp açarak bu nefese karşı bambaşka bir tahassüs belirtiyordu. Hüseyin susunca Haydar Baba -yarı somurtkan, yarı güleç bir yüzle- sordu:
“Seher’i nereden çıkardın can? Bu nefes Ali içindir.”
Nakilci,