Hüseyin Topkapı’dan Çırağan’a giden bu alayı hayran hayran seyretti. Bir gün kendinin de şu yaldız seli içinde bir parlak katre, bu canlı akış arasında görülüp sezilecek bir nokta olacağını düşünerek heyecanlandı. Sonra bir yol bularak kiler ve hazine koğuşlarında ağaların yaptıkları okçuluk temrinlerini, binicilik talimlerini, testiye nişan alma hünerlerini seyretti ve mesut bir gün geçirdiğine iman getirerek, yarın için geniş ümitler besleyerek yerine döndü.
O gece Kervan yıldızını rüyada gördü. Yatağa girer girmez maddi ve manevi yorgunluktan gözleri kapanmıştı ve hemen rüya başlamıştı. Gökten yere süzülüp kendi yanına gelen ve bir çırpınışta Seher kıyafetine giren Kervan yıldızı boyuna konuşuyor ve boyuna çılgınlıklar yapıyordu.
Arkadaşlarından birinin sert bir dokunmasıyla gözünü açtığı vakit bitkin bir durumdaydı, erinip gerinerek rüyasının tenine sardığı haz zincirinden kurtulmaya çalışıyordu. Hamama güçlükle gitti, mescitte güçlükle ibadetini yaptı, sofrada güçlükle midesine ilgi gösterdi ve mürebbisinin verdiği dersi güçlükle dinledi. İdraki hep gökten yatağına düşen Kervan yıldızına bağlıydı.
Şimdi ağalık zevki, saray hayatındaki çeşitli ve haşmetli renk, yarından umduğu kademe kademe kazanç gözünden silinmişti ve bütün benliği Seher’in cazibesine kapılmıştı. Yalnız onu düşünüyor, onu özlüyor, onu istiyordu.
Öğleye kadar böyle melul ve müştak dolaştı. Üsküdar’a geçerek Seher’in kapısını çalabilmek hülyasıyla köşeden köşeye süründü, izin alabilmek için çareler aradı ve bir şeye karar veremeyince kuytu bir noktaya çekilip ağlamaya koyuldu.
Artık solaklara, peyklere, hasekilere, kapıcılara, rikap ağalarına imrenmiyordu. Dün el değdirmekten iğrendiği bahçıvan beli, şimdi kendine bu saray adamlarının taşıdıkları gümüş değneklerden, zarif kılıçlardan çok daha cazip ve tatlı görünüyordu. Enderun’da salına salına gezmektense Gülhane’de terleye terleye toprak bellemeyi nimet telakki ediyordu. Çünkü o beli bırakıp Seher’in eşiğine koşmak mümkündü, Enderun’dan çıkmak müşküldü.
Hüseyin, marazi bir teheyyüçten başka bir şey olmayan bu sinir bozukluğu içinde uzun bir müddet uğundu, bol bol gözyaşı döktü ve bir seferlinin “Hüseyin Ağa, Hüseyin Ağa, seni Çırağan’dan istiyorlar!” diye bağırdığını duyuncaya kadar kapandığı köşede münzevi kaldı.
Verilen haber doğruydu. Çırağan Kasrı’ndan gelen bir baltacı, Hüseyin’in hemen kendine katılarak oraya gönderilmesini söylemişti. Delikanlı, bu davetin huzurda şarkı söyletilmek için yapıldığına zahip olduğundan ilkin somurttu. Çünkü terennüm için yüreğinde küçük bir istek yoktu. Şen şen bağırmak değil, bağıra bağıra ağlamak ihtiyacı duyuyordu. Lakin padişahın önünde üç beş şarkı okuduktan sonra Üsküdar’a geçmek için izin koparabileceğini düşününce somurtkanlığı geçti, çarçabuk hazırlandı, baltacının yanına katılıp yola düzüldü.
Fakat Çırağan’da hünkârın huzuruna çıkarılmadı, Başçuhadar Ömer Ağa’nın yanına götürüldü. Sert saraylı üç gece evveline nispetle daha hoyrat görünüyordu, dudakları -kirli bir kin vesikası gibi, sırıtan deve dudaklarını andırır şekilde- sarkıktı. Hüseyin’i görür görmez çöktüğü yerden yamrı yumru bedeninin nispetsizliklerle dolu eğri büğrülüğünü çalkalandıra çalkalandıra kalkmaya çalışan bir deve gibi uzanıp kısıldı, kısalıp uzandı, sonra boynunu gerdi, böğürdü:
“Bre düztaban, beğendin mi başımıza açtığın işi?”
Delikanlı bön bön baktı, garip garip yutkundu ve sustu. Şu deve dudaklı, deve bakışlı ve deve sesli adamın böğürüşünden bir mana çıkaramamış, hakiki bir sersemliğe kapılmıştı. Ömer Ağa, üzerine yayıldığı minderde gene kıvrılıp yayılarak ve yayılıp kıvrılarak böğürmekte devam etti:
“Başı kesilecek horozlar gibi gece yarısı ciyak ciyak ötersin, şevketlu hünkâra sesini acındırırsın, saray kanunlarını bozdurup kendini Enderun’a kapılandırırsın. Bizi de derde sokarsın.”
Ve birden sesini yükseltti:
“Enderun ayaktakımı yeri değil. Oraya soyu sopu belli olanlar, kişizadeler girer. Sen dağdan inip o güzel bağa sokuldun. Ocaklıyı homurdattın. Şevketlu hünkâr senin bir pul etmeyen hatırın için kullarını gücendirecek değil a. İşte ferman buyurdu, pabucunu eline veriyoruz.”
Hüseyin yabancı bir dille konuştuğunu sandığı başçuhadarın yüzüne bakmakta ve yutkunmakta devam ediyordu. Herif, yersiz ve sebepsiz kinini doya doya tükürdüğüne kanaat getirdiği için şimdi hain bir neşe sezdiriyordu, böğürmeyi bırakarak sükûnetle konuşmaya başlamıştı. Onun, tatmin olunmuş bir hıncın hazzını sezdire sezdire anlattığına göre, yeniçeri ustaları bir bahçıvan yamağının Enderun’a alınmasını kanuna aykırı gördüklerinden padişah nezdinde teşebbüsler yapmışlar ve bu hatanın düzeltilmesini iştemişlermiş. Padişah da ocaklı kullarının dileklerini reddetmeyi şanına layık görmeyerek Hüseyin’in Enderun’dan çıkarılmasını emretmiş imiş!
Başçuhadar Ömer Ağa hikâyesinin bu noktasında gene can sıkıntısına kapıldı, yüzünü ekşitti.
“Fakat…” dedi. “Yıldızın gene uyanıkmış, şevketlu efendimiz seni bir ip, bir külah bırakmıyorlar. Merhamet buyurup sana yüz kuruş aylık bağlıyorlar. Defterdara git, dirlik tezkeresini al. Koğuştan da yatağını sırtla. Bir köşeye çekilip efendimizin sağlığına dua eyle.”
Ve eliyle kapıyı göstererek haykırdı:
“Haydi, yürü! Bir daha buralarda görünme!”41
Hüseyin sersem sersem Çırağan’dan çıktı, sersem sersem Topkapı’ya geldi, üç gün süren ağalığının yadigârı olarak ihsan olunan yatağı omuzlayarak ve bir lahzada hazırlanan aylık beratını koynuna koyarak gene sersem sersem sokağa düştü.
O sabah Enderun gözüne kasvetli görünüyor ve oradan ayrılıp Seher’e kavuşmak için yol arıyordu. Fakat şimdi elemli idi. Çünkü nefsini Seher’e şirin gösterecek ağalık elden gitmişti. Kapı dışarı edilmiş bir uşak durumundaydı. Nefsinde sönmüş bir mum, durmuş bir yürek meskeneti seziyor ve utanıyordu.
Bununla beraber, yürümek, bir yere sığınmak ihtiyacını da duymaktan geri kalamıyordu. Sırtında döşek, saray kapısı önünde direnip duramazdı. Onun için, gözleri nemlene nemlene Ayasofya istikametinde yürüdü, Divanyolu’na kıvrıldı.
Bir bekâr odası bulmak yahut bir kahve köşesi kiralamak istiyordu. Irgat pazarında böyle odalar, köşeler bulunduğunu duyduğundan yatağını, yorganını sürüye sürüye o tarafa