“Pir ol be çocuk, enikonu bülbülleştin, benim şarkımla beni sarhoşlattın!”
Hüseyin bu iltifatları duyacak durumda değildi. Dudağını gene Seher’in dudaklarına kapamıştı, onun nefesini içtiğini tevehhüm ederek ve her nefeste biraz daha alevlenerek boyuna beste haykırıyordu. Terennümde hiçbir usule bağlı görünmüyordu. Yerden göğe çıkar ve gökten yere iner gibi uçuşlar ve inişler ile makamdan makama geçiyordu. Fakat bu avarelikte en şuh bir kanaryanın, en aşüfte bir bülbülün kıvraklığı belli oluyordu ve İkinci Mahmut’u mest eden de onun sesindeki nizamsız ahenkti.
Delikanlı işte bu durumda birçok şeyler okudu, kana kana kalbini söyletti. Padişah da o kalbin gamlı iniltilerini sönmez bir şevk, doymak bilmez bir iştiha ile dinledi ve gencin yorulduğunu sezince yerinden kalktı.
“Bu gece için…” dedi. “Bu kadar yeter. Sesini insafsızca israf etmeyelim. Tanrı’nın günü de gecesi de çok. Seni gene getirtirim, söyletirim. Şimdi var, dinlen.”
Ve el çırparak bir harem ağası çağırdı, emir verdi:
“Ömer Ağa’yı çağır!”
Biraz sonra sert yüzlü, hoyrat bakışlı, geçkince bir adam içeri girdi. Laubalice selam verdi.
“Neredeyse…” dedi. “Horozlar ötecek. Siz gene ayaktasınız. Şarkı okutuyorsunuz. Hiç mi canınıza acımazsınız. Hiç mi vücudunuza bakmazsınız. Nedir nefsinize bu zulüm?”
Hünkâr gülümsedi, kaba adamı okşamak ister gibi davrandı, tatlı bir sesle cevap verdi:
“Eğlenmek de lazım ağa. Padişahlar dahi dünyaya bir kez geliyor. Fırsat elde iken, can tende iken biraz gülmeyelim mi?.. İşte bu geceyi de şu gencin sesine feda ettik.”
Sultan Mahmut üzerinde çok büyük nüfuz sahibi olan Başçuhadar Ömer Ağa sert gözlerini Hüseyin’in üzerine çevirdi, uzun uzun süzdükten sonra padişaha döndü:
“Sokaktan ses devşirmek bidatini de siz çıkardınız. Evvelden bu şeref has odalılara verilirdi. Şimdi dağdan gelen, bağdan gelen huzura çıkıp şarkı okumak yolunu buluyor, ağlamamak kabil mi?”
Hünkârın kaşları çatıldı, bakışı tatsızlaştı:
“Ben ne dilersem kanun odur! Sen boş lafı koy da emirlerimi dinle!
Ve Hüseyin’i göstererek sözüne devam etti:
“Bu delikanlıyı yetiştirmek isterim. Yüzü temiz, sesi temiz bir genç. İyi terbiye görürse pırlantalaşır, hizmetime layık bir kıymet alır. Onu sen, seferli koğuşuna yazdır. Ehliyetli bir eskiye yamak ver. Terbiyesine dikkat edilmesini tembih et. Ben de Dede Efendi’ye söylerim, sesini terbiye ettiririm.”
Hoşnutsuzluğunu saklayamayan başçuhadarla eğlenmek istediğinden gülümseye gülümseye ilave etti:
“Hoşuma giden şu genç, senin himmetinle yetişirse seferliden has odaya geçer, bir gün çuhadarlığa yükselir. Bu suretle kanun dediğin, usul dediğin köhnelik de bozulmamış olur. Haydi al emaneti götür!”
Bu, gerçekten umulmaz bir ikram idi. Çünkü çuhadarlar, rikaptarlar, tülbent ağaları, peşkir ağaları gibi padişahın en hususi hizmetlerini gören ve onunla gece gündüz temasta bulunan kimseler has odada yetişirlerdi. Has odaya ise sarayın seferli ve kilerli koğuşlarından terbiye görenlerin seçkinleri alınırdı. İkinci Mahmut, şu iradesiyle güzel sesli Hüseyin’i işte böyle parlak bir istikbale namzet kılıyordu ve bu lütuf, değme bahtı yâr olanlara o devirde nasip olan nimetlerden değildi.
Seher’in âşığı -Gülhane’de çalışmak dolayısıyla- seferli koğuşuna yazılmanın ne demek olduğunu bilirdi. Ondan ötürü mütehayyir bir sevinçle hünkârın iradesini dinledi, başçuhadarın gayrimemnun bir sesle “Yürü bakalım delikanlı. Seni de bir sınayalım.” diyerek kapıyı göstermesi üzerine, sessiz bir sevinç içinde ayrıldı.
Sevinç saray adamları arasına karışmasından değil, bu haysiyetle Seher’e daha hoş görüneceğini tahmin etmesindendi. Sevgilisi eski bir baştebdilin karısıydı. Yarın mabeyinci ve belki mutasarrıf, vali olabilecek bir gençle işsiz bir baştebdil arasında ise -her kadın beynini döndürecek- mesafeler vardı. Hüseyin, işte bu uzun mesafeleri şişkin bir Hint kumaşını arşın arşın çözer gibi Seher’in gözü önüne yayarak yepyeni bir kıymet ve taptaze bir ehemmiyet almak istiyordu.
Bu hülya ile hünkârın huzurundan çıktı, bu hülya ile Çırağan Köşkü’nde gösterilen köşeye büzüldü, bu hülya ile gecenin son saatlerini geçirdi ve gene bu hülya ile Topkapı Sarayı’na giderek yeni hayata atıldı.
Kendisini seferli koğuşuna yollayan Başçuhadar Ömer Ağa’dan küçük bir nezaket görmemiş, tek bir tatlı söz işitmemişti. Herif, sokaktan alınmış bir avuç toprağın asil özlü elmaslar arasına konulmak istenmesini bir türlü hazmedemeyerek boyuna homurdanmıştı. Hüseyin, hayalinde açılan ufuklara ruhunu kaptırdığı için sert ve kaba mabeyincinin bu durumuyla ilgilenmedi, hep o ufukları dolaşarak Çırağan’dan Topkapı Sarayı’na geldi.
Koğuş hayatı, başçuhadarın yüzü gibi, sertti. Orada ulu orta gülünemezdi, hatta gelişigüzel yürünemezdi. Bakmanın, konuşmanın, yürümenin, oturup kalkmanın muayyen39 usulleri, madde madde kanunlaştırılmış ve mikyasa bağlanmış şekilleri vardı.
Hüseyin daha ilk saat içinde o hayatın sertliğini anladı. Bacaklarına al çakşır, sırtına entari, onun üstüne göğsü düğmeli kaftan, başına yaldızlı takke giydirilip, beline som sırma kemer bağlanıp da koğuş eskilerinden birinin önüne oturtulduğu, saray ananelerine taalluk eden ilk dersi aldığı dakikada vaziyeti kavramıştı. Fakat memnundu, mesuttu, sevincinden kabına sığamıyordu. Çünkü Seher’ine bu yeni hayat ile mutlaka şirin görüneceğini umuyordu.
Tarih kitaplarında yazılı olduğu üzere, seferli koğuşu “Enderun” denilen saray mektebinin iptidai sınıflarını ihtiva eden bir müessese idi. Evvelce bu koğuşa küçük oda denilirken Birinci Ahmet devrinde “seferli” adı verildi. Koğuşlular, müsamahasız bir disiplin altında din dersleri alırlar ve ayrıca Arabi, Farisi okurlardı. Yazıya bilhassa ehemmiyet verilerek şakirtlerin usta bir hattat gibi yetişmesine çalışılırdı.
Seferlilere davul çalmak, sarık sarmak, eşya temizlemek, berberlik yapmak da öğretilirdi. Yere tükürenlerin, öksürürken mendillerini ağızlarına götürmeyenlerin, elbiselerini kirletenlerin cezalandırılmasında hiç ihmal edilmezdi. Bu cezalar azarlamadan başlayarak falakaya kadar çıkardı.
Hüseyin’e, mürebbi olarak seçilen ağa bütün bu esasları anlattı, bir saraylının kendinden bir derece yüksek olana karşı köle durumunda bulunduğunu -unutulmasına imkân olmayacak şekilde- öğretti, sonra elinden tutup yatacağı yere götürdü.
“Burada…” dedi. “Uyuyacaksın. Lakin biz bir anda yatar, bir anda kalkarız. Düşünmekte, duymakta, görmekte olduğu gibi, yemekte, içmekte, yatıp kalkmakta da ayrılık gayrılık yoktur. Gözlerimiz beraber kapanır, beraber açılır. Anladın mı ağa?..”
Ağa?.. Başlı başına bir kıymet ifade eden bu kelimenin kendine hitap edilerek söylendiğini ilk defa duyuyordu. Daha dün “Hüseyin” diye çağırılıyordu, eline bir bel verilerek sabahtan akşama kadar adi bir ırgat gibi çalıştırılıyordu. Cismi gibi ismi de kıymetsizdi. Fakat şimdi padişah sarayında “ağa” olarak tanılıyor ve anılıyordu.
Hüseyin bu neşe ile bütün gece uykusuz kaldı. Fakat yalnız olmadığı için neşesine öksüzlük bulaşmadı. Uzandığı yerden Kervan yıldızını seyir ile oyalandı. Bu yıldız ona Seher’in