“Düşün ki…” dedi. “Ben Sırp beyzadesiyim, kral kızıyım. Osmanoğulları sarayında Sırp kadınlarının uğursuz bir tarihi var. Büyük deden Yıldırım’ın çıldırasıya sevdiği Olivera da bir Sırp’tı, kocasını kaybettikten sonra sarayın yabancısı sayıldı, kovuldu. Deden Murat’ın başkadın yapıp da güzelliğine tapındığı Marya’yı bizzat baban saraydan çıkardı, kıymetsiz bir kedi gibi sokaklara attı. Babanın anası Miliçça da bir Sırp prensesiydi, Vaccovichio’nun kızıydı. O da sırrolup gitti. Doğurduğu çocuğun, Fatih Sultan Mehmet’in adı dünyanın ağzında gezerken zavallı Miliçça’nın ismini kimse anmadı ve anmıyor.47 Demek Osmanoğulları sarayında Sırp prenseslerinin bahtını karartan bir uğursuzluk yaşıyor. O saraya sevilerek girenler, kovularak çıkıyorlardı.”
Cem, yine anasının ellerini öptü.
“Sen…” dedi. “Hiçbir zaman Olivera veya Marya olmayacaksın, sarayımın güneşi olacaksın ve ben ruhumun ışığını daima senden alacağım.”
Çiçek Hatun, ümitsizliğini ifade eden bir hareket yapmakla beraber münakaşadan çekindi, teslimiyet gösterdi:
“İnşallah öyle olur.”
Ve sonra ciddileşti:
“Şimdi ne yapacaksın, Gülbahar’ın miskin oğlunu nasıl gidereceksin?”
Cem, sağ dizini sol dizinin üstüne geçirdi, ellerini de bu bitişik dizler üzerinde kilitledi.
“Yapılacak şey…” dedi. “Basit. Sabah olur olmaz tellal çıkaracağım, saltanatın bana geçtiğini Konyalılara müjdeleyeceğim, hutbeyi namıma okutturacağım, aynı zamanda her tarafa beyannameler göndereceğim, bana biat olunmasını isteyeceğim, bir taraftan da leşker toplayacağım.”
“Gülbahar’ın oğlu senden büyük. Buna ne diyeceksin?”
“Babamın beni ona tercih ettiğini söyleyeceğim. Zaten elimde vesika da var: Babam onun insanlıktan çıkmış bir afyon budalası olduğunu yazıyor!”
“Kimlerle danışacaksın, kimlere güveneceksin, yanına kimleri alacaksın?”
“Şair Şahidî, Musahip Sadi, Haydar, Kapıcıbaşı Sinan, İmam Nasuhi, Defterdar Ahmet, Sofu Hüseyin, Celal Bey, Şirmert Ağa, Sofu Sadi Bey, Çaşnigirbaşı Ayas, lalam Yakup, Frenk Süleyman… Bunların her biri bir kale, hatta bir ülke değer!”
Çiçek Hatun, biraz düşündü:
“Şu saydığın adamların çoğu söz ehli, saz ehli. Bilgilerine diyecek yok ama ordu yürütmeye güçleri yeter mi şüpheli. Gülbahar’ın oğlu ile savaşa girince lalan Yakup’tan başkası meydanda at oynatamaz. Fakat dünya hâli bu, ona bir zarar erişirse askerini kimin eline vereceksin? Şimdiden düşün de ikinci bir başbuğ bul, yanında yedek dursun!”
“Gedik Nasuh var.”
“Fena değil, o da yavuz dövüşkendir, tam savaş eridir. Lakin lalan kadar sana sadık mı bilmiyorum.”
“Sadakat kolay temin olunur, sadık olmayanlar da yine kolaylıkla giderilir.”
“Sen benden iyi bilirsin ama Gedik Nasuh’a pek bel bağlama. Lalan Yakup’u da hoş tutmaktan geri kalma.”
“Sözünü unutmam, ikisini de idare ederim.”
“Frenk Süleyman’a sakın inanma. O kendini beğenir, herkesten başka türlü görür, başka türlü düşünür. Mümkün ki seni yanlış yola götürsün.”
“Bu sözünü de kulağıma küpe edeceğim. Frenk Süleyman’ın öğütlerini dinlemeyeceğim.”
“Ali Bey’i unuttun. O sana, benim kadar yakındır, başmüşavirin olmalıdır.”
“Dayım mı? Ben onu kendimden ayrı tutmadığım için anmadım. Ak günde de kara günde de yârim, yarigarım odur.”
“Ya Dimitriyos Sofyan?”
“Onu elçilikte kullanacağım.”
“İyi edersin. Dimitriyos sana candan bağlıdır, kendisini emniyetle kullanabilirsin.”
“O hâlde ayrılalım anacığım. İşe başlayalım. Duanı esirgeme, Cem’ini unutma!”
“Sen de öcümü unutma. Haydi Allah yardımcın olsun!”
Ana oğul kucaklaştılar, öpüştüler ve ayrıldılar. Genç prens, yeni tahta çıkan bir padişah inşirahıyla göğsünü şişire şişire dairesine girerken horozlar, gecenin son izlerine ıslık çalıyorlardı!
CEM SAHNEDE
Genç prensin o sabah kurduğu müşavere meclisi pek gürültülü oldu. Mecliste bulunanların hepsi, şehzadeyi padişah ilan etmekte ittifak ediyorlardı. Fakat davanın delilleri üzerinde birleşemiyorlardı, fikir ayrılığına düşüyorlardı. Başta Lala Yakup Bey olduğu hâlde birçokları Cem’in, Beyazıt’a bilgi, kuvvet ve cüret itibarıyla faik olduğunu beyannameye kaydetmek istiyorlardı ve bunu padişahlığa istihkak için kâfi görüyorlardı. Bir kısmı Cem’in henüz çocuk iken babası tarafından padişah vekilliğine layık görüldüğünü ve babasının sağlığında ona vekâlet eden şehzadenin tabiatıyla tahta tevarüs etmesi lazım geldiğini halka anlatmak fikrini güdüyorlardı. Fatih’in Beyazıt için yazdığı mahut mektubu başlı başına bir hüccet olarak neşretmek isteyenler de vardı.
Bu mevzu üzerinde belki iki saat münakaşa edilmekle beraber saltanat beyannamesinin metni bir türlü tespit edilemedi. Halkı kandıracak kuvvetli deliller üzerinde fikirler toplanamıyordu. Yazılacak şeyin hem kısa hem inandırıcı olması lazımdı, bunun için de en sağlam burhanlarla48 davayı süslemek icap ediyordu. Lakin meclis, ihtilaftan kurtulamıyordu.
Cem, bütün münakaşa müddetince ağır davranmış, bahse karışmamış, kendini kardeşine tercih ettirecek sebeplerin meclis tarafından bulunmasını beklemişti. Fikirlerin dağınıklığını görünce canı sıkıldı, bahse hiç karışmamış olan Dimitriyos Sofyan’a döndü.
“Son sözü…” dedi. “Bari sen söyle. Bizim beyler sade kelime geveliyorlar, atı alanın Üsküdar’ı geçmesini bekliyorlar.”
Zeki Rum, üç kere yer öptükten sonra ortaya bambaşka bir fikir attı.
“Amasya valisi hazretleri…” dedi. “Filvaki şevketlu efendimizin biraderidir. Lakin rahmetli hünkârın şehzadeliğinde dünyaya gelmiştir. Hâlbuki efendimiz, cennetmekân pederiniz padişah iken dünyayı şereflendirdiniz. Demek ki biraderiniz, şehzade oğludur; cenabınız padişah oğlusunuz. Saltanat için en büyük hak, efendimize buradan geliyor! Babanızın kanunnamede sizin isminizi anması, sizden bir vâris gibi bahsetmesi de bundandır.”49
Cem, bu fikri beğendi ve onun beğenmesiyle diğerleri de susmak mecburiyetine düştü, münakaşa kapandı, bu esasa müstenit bir beyanname kaleme alması Şair Şahidî’ye havale edildi. Eli kalem tutan her saraylı, bu beyannameden beşer, onar tane istinsah edeceklerdi,50 ulaklar da onları bütün Anadolu’ya dağıtacaklardı. Aynı zamanda Konya sokaklarında davullar, zurnalar çaldırılıyordu. Tellallar, o gürültülü nağmelere kapılıp sokaklarda kümelenen halka, “Fatih’in ölümünü ve Sultan Cem Hazretleri’nin tahta çıktığını” müjdeliyorlardı!
Evvelce de işaret etmiştik; Cem’i bütün Karaman vilayeti halkı severdi, padişahlığını candan dilerdi. Onun nezaketi, cömertliği, güzelliği, gençliği halkın yüreğini kazanan birer