Genç prensin hayran temaşası hayli uzun sürdü ve ilkin ruhunu gıcıklayan duygular, yavaş yavaş sinirlerine geçmeye başladı. Artık uyuyan güzelliğin uyanmasını, şu muhteşem heykelin dile gelmesini istiyordu. Bu dilekle biraz uzandı, dudaklarını kızın kulağına yaklaştırdı, yalvarır gibi bir sesle şu beyiti okudu:
Benim sen şah-ı mehrûye kul olmak iledir fahrim,
Geda-yi dilber olmak yeğ cihanın padişahından. 36
Kız, ılık bir su gibi kulağına akan şu yalvarışlardan tatlı bir ezinti duyarak gözlerini açarken Cem de geri çekilmişti, şahlanan iştihalarını çiğnemek ister gibi sert hareketler yapıyordu. Çünkü şuursuz bir incizap içinde ağzından dökülüveren o sözler, babasınındı ve şimdi tabii bir tedai37 ile babasının ölümünü düşünüyordu.
Zaten oraya sevişmek için değil, görüşmek için gelmişti. Fakat kızın takat yıkan, tahammül eriten güzelliği önünde heyecana kapılarak her şeyi unutmuştu. Babasının şiiri, kuvvetli bir sünger gibi o heyecanı gidermişti ve gözünün önünde tahta giden dikenli, eğri büğrü, korkunç yollar kıvrılmaya başlamıştı.
Bununla beraber gözü, İren’in açılan gözlerindeydi. Bu açılışta engin ve derin bir ufkun iki yeşil zümrütten doğabileceğini ispat eden mucizevi bir inkişaf vardı. Zarif ve çok zarif kaşların altında mahmur bir naz ile kımıldanan gözler, bir çift canlı zümrüde benziyordu ve bu zümrütler, kibar titreyişler içinde uçsuz bucaksız bir yeşil semaya beşik oluyordu!
Cem kafatasının içinde uzayıp giden saltanat yoluyla gözünün önünde açılıp duran bu parlak ufkun arasında bocalıyordu. O ufkun yeşil bir tebessüme inkılap edivermesi üzerine dayanamadı, saltanat yolunu zihninden bir kere daha sildi ve gülen göğe kapandı.
“Oh, İren!” dedi. “Ne kadar güzelsin!..
Kız, gerinir gibi kollarını açtı ve Cem’i, pamuk bir çember içine alarak şakradı:
“Senin kadar değil!”
Cem’in dudakları, yeşil zümrütlere, gülümseyen haz ufuklarına doğru kayarken gözünün önünde boş bir taht canlandı ve dudaklarındaki iştiha o tahtın ayaklarına aktı. Kız yaklaşan aşkın tereddüdünü sezerek kaşlarını çatıyordu, belki sitem edecek, belki yalvaracaktı. Fakat şehzade, ciddiyetiyle onu susturdu ve haber verdi: “Babam öldü İren; taht, beni bekliyor!”
Âşığını yatarken dinlemekte zevk bulan kız, Osmanlı tahtının namzedini o vaziyette tutmakta tehlike sezmiş gibi hemen yerinden fırladı, saçlarını arkaya attı. İsa’nın resmine yüreğini açan dindar bir Hristiyan gibi dizüstü çöktü, erganunlar kadar tannan38 bir sesle genç prensi kutluladı:
“Mübarek olsun aslanım, uğurlu olsun sultanım. Zaten iki gündür gözüm seğiriyordu, bir müjde bekliyordum. Onu yine senin ağzından duydum, bahtiyar oldum.”
Cem, diz çöken İren’in saçlarını okşayarak anlattı:
“Babama öldü diyorlar. Doğru mu yalan mı bilmiyorum. Fakat ben bahtımı deneyeceğim, gün doğar doğmaz padişahlığımı ilan edeceğim…”
“İyi edersin aslanım, Allah yardımcın olsun. Lakin…”
“Ey, lakin?..”
“Lakin ben ne olacağım? Bir köşede kalıp unutulacak mıyım? Başına giyeceğin taçtan benim de hayatıma bir ışık düşmeyecek mi?”
Cem, elini çenesine götürdü, bir nebze düşündü:
“Babanı Atina dükası yapacağım, sen de taç giyen bir düşes olacaksın!”
Kız, ölüm hükmü almış gibi ürküntü gösterdi, elleriyle yüzünü örttü, inledi:
“Düşes mi? Atina düşesi mi? Ben, Rainer’ın dul karısı değilim, Franko Akçiyauli de değilim. Adımı düşes koyup beni mezara mı atacaksın? İstemem aslanım, istemem, böyle bahşişler istemem…”
Cem güldü:
“Hatırladığın vakalarla benim ikramım arasında münasebet yok. Rainer’ın dul karısı bir düşmandı, öldürüldü. Franko, nihayet bir tüysüz oğlandı, biraz yüz verilip sonra derisi yüzüldü. Sen benim sevgilimsin, biricik İren’imsin!”
“Baban da vaktiyle Erico’nun kızına böyle söylemişti. Fakat onu parçalatmaktan da geri kalmamıştı. Zaten siz padişahlar hep böylesiniz, ‘seviyorum’ dediklerinizi ısırmaktan, hatta kıtır kıtır kestirmekten zevk alırsınız. Şimdi de beni seve seve, okşaya okşaya öldürmeyi kuruyorsunuz!”39
Cem, kaşlarını çattı:
“Aşk, belki hâkim olur, fakat zalim olmaz. Sevilenlerin zulmüdür ki, kendilerini en nihayet mazlum mevkisine düşürür. Siz, sevgimizin kıymetini bildikçe başımızın tacısınız. Aşkımıza hürmette kusur ettiğiniz gün ökçemizin altına düşersiniz…”
“Ben size tapıyorum!”
“Ben de seni çıldırasıya seviyorum!”
“O hâlde beni niçin Atina’ya yolluyorsunuz?”
“Şerefini yükseltmek için!”
“Siz İstanbul’da kalacaksınız, ben Atina’da yaşayacağım, öyle mi? Bu, canımı alıp tenime kürk giydirmek gibi bir şey olur. Ben senin ayağının dibinde yükselmek isterim.”
“Yanlış düşünüyorsun İren. Padişahlardan uzak kalanlar daha fazla sevilirler. Buna inan ve düşes ol!”
Kız, sesine ağlayan bir eda çizdi, tebessümlü bir hıçkırıkla çırpındı:
“İstemem, istemem, istemem!..”
Cem, yeşil zümrütlerdeki durgunluğu eliyle sildi, bahsi başka mecraya çevirdi:
“Hele dur, acele etme. Bir kere tahtı ele geçirelim, sonra konuşuruz. Şimdi sen bana fikrini söyle: Yarın padişahlığımı ilan edeyim mi, etmeyeyim mi?”
“Sen bilirsin aslanım. Fakat babamla konuşsan fena olmaz. O, güngörmüş kölendir, senin uğruna can verir.”
“Babanın sadakatinden eminim, lakin seven gönüller iyi görürler. Ben de senden fikir almak istiyorum.”
“Ben seni padişah görmek isterim”
“Demek ki ortaya atılayım?..”
İren, düşünür gibi başını önüne eğdi, bir müddet o vaziyette kaldı, sonra ellerini Cem’in dizlerine koydu:
“Hiç durma aslanım!” dedi. “Hak senindir, zafer de senin olacaktır.”
“Hazzettim İren. Sözlerin beni bir kat daha cesaretlendirdi. Şimdi anacığımı göreyim, bir de onun fikrini alayım.”
“Babamı görmeyecek misiniz?”
“Onunla sabah görüşürüm!”
Genç prens, Rum dilberinin çenesini okşayarak odadan çıktı, anasının dairesine doğru yürüdü. Eğer bir buse daha almak için içine iştah düşseydi ve geri dönseydi, kendisine tapındığını söyleyen İren’in alelacele eline bir kalem aldığını ve babasına hitaben