İstasyon müdürü, üstünde:
yazılı bir yaftası olan küçük, teneke bacalı bir fren vagonunun gölgesine gizlendi ve yığının üstündeki küçük şey, gürültüyü kesip yığının kıyısına gelerek dikkatle kendini aşağıya bırakıncaya ve sırtında bir yükle doğruluncaya kadar gizlendiği yerde, pusuda bekledi. Sonra kolu kalktı. Eli bir yakaya indi ve sırtında kömür dolu bir marangoz çuvalı olduğu halde tir tir titreyen Peter’i yakaladı, “Sonunda elime geçtin ha, küçük hırsız?!”
Peter elinden geldiği kadar sesinin titremesini önlemeye çalışarak karşılık verdi, “Ben hırsız değilim, madenciyim.”
“Bunu külahıma anlat sen benim!”
“Kime anlatırsam anlatayım, doğru söylüyorum.”
“Çeneni tut da yürü merkeze benimle bacaksız!”
Peter, hiç de kendisininkini andırmayan üzüntülü bir sesle karanlıkta, “Hayır hayır!” diye bağırdı. “Karakola götürmeyin beni.”
İstasyon müdürü, “Karakola değil.” dedi. “Önce bizim merkeze gideceğiz. Bir çete işi bu. Kim var senden başka?”
Üstündeki yaftada, “Stavely Colilery”, beyaz tebeşirle de “No:1 Yola İsteniyor” yazılı başka bir vagonun gölgesinden çıkan Roberta ile Phyllis, “Yalnız biz…” dediler.
Peter öfkeyle onlara bağırdı, “Beni mi gözetliyordunuz siz!”
İstasyon müdürü, “Seni gözetlemenin sırası gelmişti.” dedi. “Haydi, yürü merkeze.”
Roberta, “Hayır, hayır.” dedi. “Bizi nasıl cezalandıracağınıza burada karar verin. Peter kadar biz de suçluyuz. Kömürün taşınmasına biz yardım ettik. Nereden aldığını da biliyorduk kömürü.”
Peter, “Hayır, bilmiyordunuz.” dedi.
Roberta diretti, “Biliyorduk. Hep bilmiştik aslında. Seninle eğlenmek için bilmiyor görünüyorduk.”
Bu söz Peter için bardağı taşıran son damla oldu. Kömür aramış, bulmuş, yakalanmış bunlar yetmiyormuş gibi şimdi de kız kardeşlerinin kendisiyle eğlendiklerini öğrenmişti, istasyon müdürüne, “Bırakın yakamı.” dedi, “Kaçacak değilim.”
İstasyon müdürü, Peter’in yakasını tutan elini gevşetti, bir kibrit çaktı, titreyen ışıkta çocukların yüzlerine baktı, “Bak hele!” dedi. “Siz tepedeki Üç Bacalar’da oturan çocuklar değil misiniz? Üstünüz başınız da iyi. Söyleyin bana, kim sizi bu yola iteledi? Siz hiç kiliseye gitmediniz mi? Kimse size ahlak kurallarını öğretmedi mi? Hırsızlığın ne kötü şey olduğunu söylemedi mi?” Şimdi sesi daha yumuşak çıkıyordu. Peter, “Ben bunun hırsızlık olduğunu düşünmedim.” dedi. “Emindim hırsızlık olmadığına eğer yığının dışından alırsam, belki hırsızlık olur diye düşündüm ama ortasından almak, madencilikti. Sizin bütün bu kömürü yakıp ortalara gelmeniz binlerce yıl ister.”
“Pek o kadar değil ya!.. Yani, eğlence olsun diye mi yaptın sen bu işi?”
Peter kızgınlıkla “Bunca ağır şeyi ta tepeye taşımak eğlence olsun diye yapılır mı?” dedi.
“Neden yaptın peki?” İstasyon müdürünün sesi şimdi öylesine sevecendi ki. Peter karşılık verdi, “O yağmurlu günü hatırlıyor musunuz?.. işte o gün annem, bizim ocak yakamayacak kadar yoksul olduğumuzu söyledi. Eski evimizdeyken soğuk havalarda hep yanardı ocak. Sonra…”
Roberta fısıltıyla onun sözünü kesti, “Yeter…”
İstasyon müdürü düşünceli düşünceli çenesini ovalayarak, “Bu seferlik sizi bağışlayacağım.” dedi. “Ama unutma delikanlı, demek ki bu maden senin değil, ister yaptığın şeye madencilik deyin ister başka bir şey; bu hırsızlıktır hırsızlık! Haydi, doğru eve şimdi.”
Peter heyecanla, “Sahi bize bir şey yapmayacak mısınız?” dedi. “Siz çok mert bir insansınız.”
Roberta da, “Siz çok iyisiniz.” dedi.
Phyllis de ekledi, “Çok tatlısınız.”
İstasyon müdürü uzatmadı, “Pekâlâ pekâlâ…”
Bunun üzerine birbirlerinden ayrıldılar.
Yokuş yukarı çıkarlarken Peter, “Benimle konuşmayın.” dedi. “Siz casus ve hainsiniz. Evet, casus ve hain.”
Kızlar, Peter’in sözlerine kızmayacak kadar onun özgür ve güven içinde kendileriyle birlikte olmasının ve polis merkezine değil de Üç Bacalarla gitmelerinin mutluluğu içindeydiler. Roberta tatlı bir sesle, “Biz bir şey demedik ki…” dedi, “Senin kadar bizim de suçlu olduğumuzu söyledik.”
“Öyle değildi ki ama…”
Phyllis, “Mahkemeye, yargıcın karşısına çıkarılsaydık, öyle olacaktı.” dedi, “Aksilik etmesene Peter! Senin sırlarını öğrenmek bu kadar kolaysa suç bizim mi?” Peter’in kolunu tuttu. O da ses çıkarmadı. “Bir dolu kömür var daha bodrumda.” dedi.
Roberta, “Söyleme böyle. Hiç de sevinilecek bir şey değil bu.”
Peter cesaretini toplamıştı, “Neden?” dedi. “Madenciliğin suç olduğuna yine de inanmıyorum ben.”
Ama, kızlar belli etmemekle birlikte, bunun suç olduğuna Peter’in de inandığını biliyorlardı.
3. BÖLÜM
YAŞLI, KİBAR ADAM
Peter’in kömür madeni serüveninden sonra çocukların istasyondan uzak durmaları gerekirdi ama böyle yapmadılar, yapamadılar, demir yoluna olan ilgilerini kesemediler. Bütün ömürlerince at arabalarının, otobüslerin günün her saatinde gürültüyle geçtikleri, hemen hemen her zaman kasap, ekmekçi ve şamdancı arabalarının boy gösterdikleri bir sokakta oturmuşlardı ama burada, uyuyan bir bölgenin derin sessizliği içinde tek hareket eden trenlerdi. Çocukları, bir zamanlar kendilerinin olan eski yaşantılarına bağlayan tek bağ bu trenlerdi. Üç Bacalar’dan aşağı doğru inen üç çift ayağın günlük yolculukları, dalgalı, kısa çayırlar üstünde yaya yolu açmaya başlamıştı. Bazı trenlerin geçiş saatlerini bellemeye ve onlara ad vermeye koyulmuşlardı. Yukarı doğru geçen 9.15 treninin adı Yeşil Canavar’dı. Aşağı geçen 10.07 treninin de Wantley Solucanı. Acı acı bağırarak hızla geçişiyle onları düşlerinden uyandıran gece yarısı ekspresine Gece Uçan Korkunç adını takmışlardı. Asıl adı takan da yıldızların ışıldadığı soğuk bir gece yatağından kalkarak perdenin arasından trenin geçişini seyreden Peter olmuştu.
Yaşlı, kibar adam, Yeşil Canavar’da yolculuk ediyordu. Çok iyi görünüşlü, yaşlı ve kibar bir adamdı bu. Tertemiz, tıraşlı pembe bir yüzü ve beyaz saçları vardı. Oldukça eski moda yakalıklar takıyor, başkalarının giydiklerine benzemeyen silindir biçimli bir şapka giyiyordu. Çocuklar bütün bunları bir seferde görmediler elbette. Yaşlı, kibar adam konusunda ilk dikkatlerini çeken onun eli oldu.
Bir sabah çitin üstüne oturmuşlar, Peter’in Waterbury saatine göre üç dakika kırk beş saniye geç kalmış olan Yeşil Canavar’ı bekliyorlardı.
Phyllis, “Yeşil Canavar, babamızın