2. BÖLÜM
PETER’İN KÖMÜR MADENİ
Karanlıkta masanın üstündeki kibrit kutusunu arayan anne, “Bakın hele!” dedi. “Kim bilir ne korkmuştur zavallı farecikler. Onların sıçan olduklarını hiç sanmam.”
Kibrit kutusunu buldu. Mumu yaktı. Titreşen ışıkta herkes birbirine baktı. “Evet…” diye devam etti. “Bir şeyler olmasını hep isterdiniz. Oldu işte. Bu da bir serüven, değil mi? Bayan Viney’e ekmek, tereyağı, et ve daha başka şeyler almasını, akşam yemeğini hazırlamasını söylemiştim. Herhâlde yemek odasındadır aldıkları. Gidip bakalım.”
Yemek odasına mutfaktan geçiliyordu. Ellerindeki tek mumla yemek odası mutfaktan daha karanlık göründü çünkü mutfağın duvarları beyaz badanalıydı. Yemek odasının duvarları ise döşemeden tavana kadar koyu renk tahta ile kaplanmıştı. Tavanda da boydan boya ağır, siyah kirişler uzanıyordu. Odayı karışık, bir yığın tozlu eşya doldurmuştu. Bunlar kendilerini bildiklerinden beri yaşadıkları eski evlerinden getirilmiş olan kahvaltı odasının eşyalarıydı. O günler sanki çok gerilerde ve çok uzaklarda kalmış gibiydi.
Odada bir masa ve sandalyeler vardı ama akşam yemeği diye bir şey bulamadılar. Anne, “Öbür odalara bakalım.” dedi. Baktılar. Her odada aynı şaşırtıcı eşya yığını, ocak demirleri ve çanak çömlek, yerlerde bir yığın öteberi gördüler; ağza atılacak hiçbir şey yoktu.” Kilerde bile tek buldukları, paslanmış bir kurabiye tenekesiyle içinde alçı karıştırılmış kırık bir tabaktı. Anne, “Ne kötü bir yaşlı kadın bu!” dedi. “Parayı cebine atıp gitti ve bize yiyecek almadı.”
“Yemek yiyemeyecek miyiz öyleyse?” diye sorarak sıkıntıyla bir iki adım geri atan Phyllis bir sabun tabağına basarak kırdı.
Anne, “Yiyemeyecek olur muyuz?” dedi, “Yalnız, bodruma koyduğumuz büyük sandıklardan birini açmamız gerekecek. Bastığın yere lütfen dikkat et, olur mu Phil? Peter, ışık tut bana.”
Bodruma mutfaktan iniliyordu. Beş tane tahta basamak vardı… Çocuklar burasının hiç de iyi bir bodrum olmadığını düşündüler çünkü tavanı, mutfağınki kadar yüksekti. Tavana bir domuz gerdanı ve bel kemiği asılmıştı. İçeride odun, kömür ve büyük sandıklar vardı.
Anne büyük bir sandığı açmaya çalışırken Peter de mum tuttu. Sandık çok sağlam çivilenmişti. Peter, “Çekiç nerede?” diye sordu.
Anne, “Bana da o gerekli.” dedi. “Sanırım, çekiç de bu sandığın içinde. Şurada kömür küreğiyle ateş karıştırma demiri var.” Bunlarla sandığı açmaya uğraştı. Peter bu işi kendisinin daha iyi yapabileceğini düşünerek, “Ben bir deneyeyim.” dedi.
İnsan birisini ateş karıştırırken, kutu açarken ya da bir sicimdeki düğümü çözmeye çalışırken görünce hep böyle düşünür. Roberta da, “Ellerini acıtacaksın anne…” dedi. “Bırak ben yapayım.”
Phyllis, “Babam burada olsaydı, çoktan açmıştı sandığı.” diye söylendi. “Neden tekmeliyorsun beni Roberta?”
“Ben tekmelemedim.”
Bu sırada sandıktaki büyük çivilerden ilki gıcırtıyla çıkmaya başladı. Derken bir çıta kalktı. Onu, mum ışığında demir dişler gibi ışıldayan uzun çiviler uçlarında olduğu hâlde öbür çıtalar izledi. Anne, “Yaşasın!” dedi. “Mumlar var burada. Önce onları ele alalım. Kızlar, siz mumları yakın. Tabak gibi bir şeyler bulun. Biraz mum yağı damlatın. Mumları da dikine gelecek şekilde bu yağların üstüne yerleştirin.”
“Kaç tane yakalım?”
Anne keyifle, “Kaç tane isterseniz.” dedi, “Yeter ki neşeli olalım. Baykuşlarla farelerden başka kimse karanlıkta neşeli olamaz.”
Kızlar mumları yaktı. Phyllis’in çaktığı ilk kibritin başı fırladı ve eline yapıştı. Fakat Roberta’nın dediği gibi bu yalnızca küçük bir yanıktı. Bereket versin, böyle işkencelerin moda olduğu Eski Roma zamanında değillerdi, Phyllis’in bütünüyle yanması gerekirdi o zaman.
Yemek odası on dört mumun ışıltısıyla pırıl pırıl olunca Roberta kömür ve odun getirerek ocağı yaktı. Sonra büyüklüğe özenen bir ifadeyle: “Mayıs ayı için hava çok soğuk.” dedi.
Ocağın ve mumların aydınlığı, yemek odasının havasını çok değiştirmiş, duvarları kaplayan tahtalardaki süs oymalarını ortaya çıkarmıştı.
Kızlar çabuk çabuk odayı bir düzene soktular. Sandalyeleri duvar boyunca sıraladılar, öteberiyi bir köşeye yığıp görünmesin diye de önüne, babanın yemekten sonra oturmayı alışkanlık hâline getirdiği deri kaplı büyük koltuğu çektiler.
İçinde yiyecek dolu bir tepsiyle içeri giren anne, “Aferin çocuklar!” dedi. “Oda bir şeye benzedi. Ben bir masa örtüsü bulayım da…”
Masa örtüsü, doğru dürüst kilidi olan bir sandıktaydı. Sandık, kürekle değil, anahtarla açıldı. Masanın üstüne örtü yayıldı, ziyafet sofrası hazırlandı.
Herkes çok yorgundu fakat akşam yemeğinin değişik ve şirin görüntüsü onları keyiflendirmişti. Neler yoktu ki bu sofrada: çeşitli bisküviler, kutu sardalyaları, zencefil reçeli, kuru üzüm, şekerleme ve marmelat. Anne, “Emma Teyze’nin bunları sandığa koyması ne iyi oldu.” dedi. “Phil marmelat kaşığını sardalyaların içine koyma!” Phyllis, “Peki anne.” diyerek kaşığı bisküvilerin arasına koydu.
Roberta birdenbire, “Bardaklarımızı Emma Teyze’nin onuruna kaldıralım!” dedi. “Emma Teyze bunları paketlememiş olsaydı ne yapardık? Emma Teyze’ye…”
Bardaklar olmadığı için suları koydukları çay fincanlarını kaldırdılar.
Emma Teyze’ye karşı pek iyi davranmamış olduklarını hatırladılar. Emma Teyze, anne gibi insanın boynuna sarılma isteği duyacağı bir kimse değildi ama pekâlâ onları aç bırakmamayı becermişti.
Emma Teyze yatak örtülerini de hazırlamış, eşyaları taşıyan adamlar da karyolaları bir arada denk yapmışlardı. O bakımdan yataklar çabuk hazırlandı. Anne, “İyi geceler yavrularım.” dedi. “Evde hiç sıçan olmadığına güvenim var ama kapımı açık bırakacağım. Eğer bir fare gelecek olursa yalnızca bağırın yeter. Ben ona yapacağımı bilirim!”
Anne böyle dedikten sonra kendi yatacağı odaya doğru gitti.
Roberta, yolculuk esnasında kullandığı çalar saatinin sesiyle uyandı. Çok uzaklarda bir kilise çanının sesi gibi geldi ona. Bu arada hâlâ odasında dolaşmakta olan annenin ayak seslerini de duydu.
Roberta ertesi sabah hafifçe fakat amacına ulaşacak bir biçimde saçlarını çekerek Phyllis’i uyandırdı. Hâlâ uykudan ayılamamış olan Phyllis, “Ne… Ne var?” diye mırıldandı. “Haydi uyan artık, uyan! Yeni evdeyiz, unuttun mu? Ne hizmetçi var, ne bir şey. Kalkıp iş yapalım. Hiç gürültü etmeden kalkalım ve annem uyanmadan her şeyi hazırlayalım. Peter’i uyandırdım; biz giyinene kadar o da kalkmış olacak.”
Gürültü etmeden hızlıca giyindiler. Odalarında su yoktu elbette. Onun için aşağı indikleri zaman, avludaki tulumbadan fışkıran suyla yeterince yıkandılar. Biri tulumbayı çekiyor, öteki yıkanıyordu. Su üstlerine de sıçrıyordu ama ilginç bir yıkanma biçimiydi