Böylece, günler hep aynı alışkanlıklar, aynı sıkıntılar içinde geçiyordu. Odeon’un kemerleri altında birtakım broşürleri karıştırıyor, gidip kahvede Revue des Deux Mondes adlı dergiyi okuyor, gidip Collège de France’in bir salonuna giriyor, bir saat Çince veya siyasi iktisat dersi dinliyordu. Her hafta Deslauriers’ye uzun uzun mektuplar yazıyor, ara sıra akşam yemeğini Martinon’la birlikte yiyor, bazen Bay de Cisy’yi gördüğü oluyordu.
Bir piyano kiraladı, birkaç Alman valsı besteledi.
Bir akşam, Palais-Royal Tiyatrosu’nda Arnoux’yu sahneye yakın olan localardan birinde bir kadınla beraber gördü. Bu kadın acaba o muydu? Locanın çekik olan canfes perdesi yüzünü kapamıştı. Nihayet perde açıldı; locanın perdesi de itildi. Uzun boylu, otuz yaşlarında, solgun yüzlü bir kadındı bu; gülerken kalın dudaklarının arasından sedef gibi parlak dişleri görünüyordu. Arnoux ile senli benli konuşuyor, yelpazesiyle parmaklarına vuruyordu. Sonra sarışın, ağlamış gibi göz kapakları kırmızı bir kız gelip ikisinin arasına oturdu. Ondan sonra Arnoux hep bu kızın omzunun üstünden eğilip kadınla konuştu, o hiç karşılık vermeden dinliyordu. Frédéric sade, düz, devrik yakalı koyu renk elbiseler giymiş bu kadınların neyin nesi olduğunu anlayacağım diye kafasını yormuş durmuştu.
Oyun biter bitmez koridorlara fırladı. Kalabalıktan geçilmiyordu. Arnoux, iki kadını koluna takmış, merdivenleri teker teker iniyordu.
Hava gazı lambasında birdenbire yüzü aydınlandı. Şapkasında yas alameti vardı. Sakın o kadın ölmüş olmasın? Bu düşünce Frédéric’i o kadar çok heyecanlandırdı ki ertesi gün Art Industriel’de soluğu aldı, camekânın önündeki sergide duran gravürlerden bir tanesini alıp hemen parasını verdi, dükkândaki çırağa Bay Arnoux’nun iyi olup olmadığını sordu.
“Çok iyi!” diye çırak karşılık verdi.
Frédéric sararıp solarak “Ya madam?” diye ekledi.
“O da çok iyi!”
Frédéric gravürü almayı filan unuttu.
Kış geçip bahar gelince üzüntüleri biraz azaldı, imtihana hazırlanmaya başladı, zayıf bir derece ile geçince kalkıp Nogent’a gitti.
Annesinin itirazlarıyla karşılaşmamak için Troyes’a arkadaşını hiç görmeye gitmedi. Sonra Paris’e döndüğünde eski oturduğu odasını bıraktı, Napolyon Rıhtımı’nda iki oda tuttu, dayayıp döşedi. Dambreuse’lere davet edilmekten umudunu kesmişti; Madam Arnoux’ya karşı beslediği ihtiras sönmeye yüz tutmuştu.
IV
Bir aralık ayı sabahı, muhakeme usulü dersine giderken Saint-Jacques Sokağı’nda her zamankinden fazla bir kaynama görür gibi oldu. Öğrenciler kahvelerden dışarı fırlıyor veya açık pencerelerden komşular birbirine sesleniyor, dükkâncılar yaya kaldırımında durmuş, endişe ile bakıyor, panjurlar kapanıyordu. Soufflot Sokağı’na varınca Pantheon etrafında büyük bir kalabalığın toplandığını gördü.
Delikanlılar, beşer onar kişilik gruplar hâlinde kol kola girmiş dolaşıyor, ötede beride duran daha büyücek grupların yanına sokuluyorlardı. Meydanın nihayetinde, parmaklıklara dayanmış iş elbiseli birtakım adamlar hararetli hararetli konuşurken, başlarındaki üç köşeli şapkaları yan yatmış, elleri ardında belediye çavuşları, çizmeleriyle kaldırımları çınlatarak, duvar diplerinde gidip geliyorlardı. Hepsinde esrarlı, şaşırmış bir hâl vardı; belli ki bir şeyler bekliyorlardı; her birinin dudak uçlarında bir soru işareti belirmişti.
Frédéric, sarışın, güler yüzlü, Louis XIII devri kibarları gibi bıyıklı ve barbişli bir delikanlının yanında duruyordu. Karışıklığın sebebini ondan sordu.
“Neden olduğunu bilmiyorum.” diye öteki karşılık verdi. “Hiçbir bilen de yok. Şimdi de bunlar moda oldu! Ne güzel komedi!”
Sonra da kahkaha ile güldü.
Humann nüfus sayımına ekli olarak Garde Nationale’de imza ettirilen ıslahat isteği dilekçeleri, daha başka olaylar, altı aydan beridir Paris’te sebepli sebepsiz birtakım sokak toplantılarına yol açmıştı; bu toplanmalar sık sık tekrarlanınca gazeteler de artık bunların lafını etmez olmuştu.
Frédéric’in yanında duran delikanlı “Doğru dürüst ne bir şekli ne bir rengi var!” diye devam etti. “Öyle sanıyorum ki efendim, biz bozulmuşuz! O güzelim On Birinci Louis devrinde, hatta Benjamin Constant zamanında bile, öğrenciler arasında daha çok isyan hareketleri görülürdü. Bence bunlar koyun gibi sessiz, hıyar turşusu gibi ahmak, bakkallık etmekten başka işe yaramaz birtakım sersemler, vallahi! Şu okul gençliği dediklerine bakın!”
Robert Macaire rolündeki Frédéric, Lemaitre gibi kollarını iki yana açtı.
“Okul gençliği, seni kutlarım!”
Bir şarapçı dükkânının önündeki istiridye kabuklarını karıştıran süprüntü toplayıcısına söz atarak “Sen de bu okul gençliğinden misin?” dedi.
İhtiyar ürkmüş yüzünü kaldırdı, bu yüzün kırçıl sakalları ortasında kırmızı bir burunla, bir çift şaşkın, baygın göz seçiliyordu.
“Değilsin!” dedi. “Sen, türlü gruplarda, avuç avuç altın saçtığı görülen o zindan kaçkını suratlı adamlardan biri gibi görünüyorsun gözüme. Oh! Saç babalık, saç! Albion’un hazineleriyle ahlakımı boz benim! Are you English? Keyhüsrev’in ihsanlarını almazlık etmem! Biraz da gümrük birliğinin lafını edelim.”
Frédéric omzuna dokunulduğunu duymuştu, dönüp baktı. Martinon’muş dokunan! Yüzü sapsarıydı.
Derin bir ah çekerek “Ne o! Yine mi ayaklanma!” dedi.
Başı derde girecek diye korkmuş, sızlanıyordu. En çok da gizli cemiyetlerden olan bu iş elbiseli adamlardan kuşkulanıyormuş.
“Gizli cemiyetler var mı?” diye bıyıklı delikanlı sordu. “Burjuvaların gözünü korkutmak için hükûmetin yaptığı eskimiş, bayat bir şaka bu!”
Martinon, polisten korktuğu için alçak sesle konuşmasını söyledi.
“Hâlâ mı polisten korkuyorsunuz siz? Hem benim hafiyenin biri olmadığımı ne biliyorsunuz bayım?”
Bu sözleri söyledikten sonra öyle bir bakış baktı ki pek heyecanlanan Martinon, önce bunun bir şaka olduğunu hiç anlamadı. Kalabalık üçünü de itmiş, bunları yeni amfiteatra giden koridorun başındaki merdivenin üstüne çıkmaya zorlamıştı.
Biraz sonra kalabalık kendiliğinden yarıldı, birçok başlar göründü; geniş redingotunun içinde, gümüş çerçeveli gözlüklerini havaya kaldırarak nefes darlığından soluk soluğa, dersini vermek için ağır ağır ilerleyen ünlü profesör Samuel Rondelot’u herkes selamlıyordu. Bu adam 19. yüzyılın anlı şanlı hukukçularından biri, Zacharie’lerin, Ruhdorff’ların rakibiydi. Âyan üyesi olmak, hâlinde hiçbir değişiklik yapmamıştı. Herkes onu fakir bir insan biliyor, büyük bir saygı gösteriyordu.
Bu sırada, meydanın nihayetindeki birkaç