Bray’de hayvanlara yulaf verilmesini beklemedi, tek başına önden yürüyüp yola çıktı. Arnoux onu “Marie!” diye çağırmıştı. Yüksek sesle “Marie!” diye haykırdı. Sesi havada kayboldu.
Batıda, tutuşan bir kızıllık gökleri kaplamıştı. Anız tarlalar ortasında yükselen büyük buğday tınazlarının dev gölgeleri yerlere düşüyordu. Uzaklarda, çiftliğin birinde bir köpek havlamaya başladı. Delikanlı sebepsiz bir kuşkuya kapılarak ürperdi.
Isidore kendisine kavuşunca arabayı sürmek için sürücü yerine bindi. Baygınlığı geçmişti. Ne yapıp yapıp Arnoux’ların evine ayağını atmayı, onlarla münasebet kurmayı iyice aklına koymuştu. Evleri herhâlde eğlenceli olmalı. Zaten Arnoux’dan da hoşlanmıştı. Sonra kim bilir… O zaman yüzüne kan hücum etti; şakakları zonkluyordu; kırbacını şaklattı, dizginleri tarttı, atları öyle koşturuyordu ki ihtiyar arabacı “Yavaş sürün! Ne olur, yavaş sürün! Atları çatlatacaksınız!” deyip duruyordu.
Frédéric yavaş yavaş yatıştı, uşağının konuşmalarına kulak verdi.
Bayı büyük bir sabırsızlık içinde bekliyorlarmış. Matmazel Louise araba ile ben de gideceğim, diye tutturup ağlamış.
“Bu Matmazel Louise dediğin de kim?”
“Bilmiyor musunuz, Bay Roque’un küçük kızı?”
Frédéric “Aa! Unutmuşum!” diye önemsemeyerek karşılık verdi.
Onlar konuşurken atlar artık koşmaz olmuşlardı. İkisi de aksıyordu.
Delikanlı, Armes Meydanı’na, annesinin evinin kapısı önüne geldiği zaman, Saint-Laurent’da saat dokuzu çalıyordu. Kırlara bakan bahçesiyle bu geniş ev, memleketin en saygı gören insanı Madam Moreau’nun itibarına itibar katardı.
Madam Moreau şimdi sönmüş olan eski kişizade bir ailenin kızıydı. Anası babası onu halktan bir adamla evlendirmişlerdi. Kocası o hamileyken kılıçla öldürülmüş, karısını çok uğraştıran bir servet bırakmıştı. Madam Moreau haftada üç gün misafirlerini kabul eder, ara sıra güzel bir ziyafet verirdi. Ama yakılacak mumların sayısı önceden hesaplanırdı. Madam Moreau her yıl çiftliklerinin icarını dört gözle beklerdi. Kötü bir huy gibi gizlenen bu sıkıntı ona bir iş adamı ciddiliği vermişti. Böyle olmakla beraber erdeminde ne yalancı sofuluktan ne de acılıktan eser vardı. Ettiği en küçük iyilikler büyük birer sadaka gibi gelirdi. Tutacağı uşakları, genç kızlara vereceği eğitimi, yapacağı reçelleri herkes Madam Moreau’ya danışır, piskoposluk çevresini dolaşmaya çıktığında Piskopos Hazretleri onun evine inerdi.
Madam Moreau, oğlu için çok büyük emeller beslerdi. Hesaplı bir temkin güderek hükûmetin yerildiğini işitmekten hoşlanmazdı. Başlangıçta Frédéric’in bazı korunmalara ihtiyacı olacaktı; sonra kendi imkânlarını kullanarak Devlet Şûrası üyesi, büyükelçi, bakan olabilirdi. Sens Kolejindeki başarıları, şeref mükâfatını kazanması, bu türlü bir övünmeye hak kazandırmıştı.
Frédéric salona girince oradakilerin hepsi gürültü ile ayağa kalktı; öpüşüldü; iskemleler, koltuklar dizilip şöminenin başında halka olundu. Bay Gamblin hemen delikanlıya Madam Lafarge hakkındaki fikrini sordu. Devrin bu en gürültülü davası şiddetli bir tartışmaya yol açmakta gecikmedi; Madam Moreau tartışmayı kesti. Bay Gamblin tabii buna üzüldü; o bu tartışmayı, yarının bir hukukçusu sıfatıyla, delikanlı için faydalı buluyordu; onun için sinirlendi, çıkıp gitti.
Roque Baba’nın dostunun bu hareketine hiç şaşmamalıydı! Roque Baba’nın lakırtısı edilince Fortelle Malikânesi’ni geçenlerde satın alan Bay Dambreuse’ün lafı açıldı. Ama tahsildar, Frédéric’i bir kenara çekip Bay Guizot’nun son çıkan kitabı üstünde ne düşündüğünü sordu. Herkes işlerin ne olduğunu merak ediyordu, onun için Madam Benoit amcası üstüne sorular sormak suretiyle lafı açtı. Bu iyi akraba ne âlemdeydi? Kendisinden hiç haber alamıyordu. Onun Amerika’da uzak akrabadan bir kuzini yok muydu?
Aşçı kadın, “Bayın çorbası hazır.” dedi.
Herkes saygılı davranıp kalktı gitti. Sonra, ana oğul yalnız kalınca annesi alçak sesle “Ee ne haber?” dedi.
İhtiyar, delikanlıyı çok dostça karşılamış ama ne yapmak düşüncesinde olduğunu söylememiş.
Madam Moreau içini çekti.
Frédéric Şimdi nerede o acaba? diye aklından geçiriyordu.
Posta arabası yolda gidiyordu, o herhâlde şalına sarınıp uyuyan güzel başını arabanın çuhasına dayamıştır.
Tam odalarına çekilecekleri sırada, Cygne de la Croix’nin garsonu bir pusula getirdi.
“Ne o?” diye annesi sordu.
“Deslauriers’den, beni görmek istiyormuş.” dedi Frédéric.
Madam Moreau hor gören alaycı bir gülme ile “Öyle ya! Arkadaşın!” dedi. “Tam zamanını bulmuş doğrusu.”
Frédéric bir karar veremiyordu. Ama dostluk daha ağır bastı. Şapkasını aldı.
“Pek geç kalma bari!” dedi annesi.
II
Charles Deslauriers’nin babası bir yüzbaşı olup 1818’de askerlikten istifa etmiş, evlenmek için Nogent’a gelmişti. Karısının drahomasıyla mübaşirlik görevi satın almış, bunun geliriyle kıt kanaat geçiniyordu. Türlü haksızlıklara uğrayınca eski yaraları depreştiğinden, hep imparatorluğun hasretini çektiğinden, kendisini boğan öfkelerin acısını evdekilerden çıkarıyordu. Pek az çocuk onun çocuğunun yediği dayağı yemişti. O kadar dayak yediği hâlde yumurcak, dikkafalılığından vazgeçmiyordu. Annesi araya girecek olsa o da çocuğa edilen sert muamele ile karşılaşıyordu. Sonunda yüzbaşı, oğlunu bürosuna yerleştirdi, sabahtan akşama kadar masa başında oturup sözleşmeleri kopya ettirdi, onun için oğlanın sağ omzu öteki omzundan göze batacak kadar kuvvetlidir.
1833’te, M. le President’in daveti üzerine yüzbaşı etüdünü sattı. Karısı kanserden öldü. İş tutmak için Dijon’a gitti. Sonra Troyes’da kura neferi müteahhidi olarak yerleşti. Charles için yarım burs bulunca onu Sens Kolejine yazdırdı. Frédéric onu burada tanıdı. Ama biri on iki, öteki on beş yaşındaydı. Zaten ikisi arasında mizaç ve aileden gelme pek çok farklılıklar vardı.
Frédéric’in dolabında her türlü yiyecek, hiç kimsede görülmeyen şeyler, mesela tuvalet takımı bulunurdu. Sabah uykusunu, kırlangıçlara bakmasını, tiyatro piyesleri okumasını severdi; kolej hayatını sıkıcı bulduğundan evdeki tatlı dillerin hasretini çekerdi.
Mübaşirin oğluna kolej hayatı iyi gibi gelmişti. O kadar iyi çalışıyordu ki ikinci yılın sonlarında üçüncü sınıfa geçti. Böyle olmakla beraber, fakirliği veya kavgacı tabiatı yüzünden etrafındakiler kendisine garez olmuştu. Ama bir defasında, hademenin biri bütün sınıfın içinde ona fakir çocuğu diyecek oldu, hemen adamın gırtlağına sarıldı, üç öğretmen yardımcısı ayırmasaydı hademeyi öldürecekti. Buna hayran olan Frédéric, Charles’ın boynuna sarıldı. O günden sonra sıkı fıkı dost oldular. Büyüğün sevgisi şüphe yok ki küçüğün gururunu okşadı, öteki ise karşısına çıkan bu sadakati bir mutluluk sayarak kabullendi.
Yaz tatillerinde babası onu okulda bırakırdı. Tesadüf, gözüne ilişen bir Eflatun çevirisi onu heyecana getirdi. O zaman, metafizik üstüne yazılmış kitapları okumaya daldı, kısa zamanda çok ilerledi. Çünkü bu kitaplara taze kuvvetlerle ve her türlü baskıdan kurtulmuş