“Evet, doğru! Size diyecektim ki…”
Bu “siz” lafı Frédéric’i şaşırttı; kız yine susunca “Peki, ne diyecektin?” dedi.
“Ben de bilmiyorum. Unuttum! Gidiyormuşsunuz, doğru mu?”
“Evet, hemen şimdi…”
Kız tekrarladı:
“Aa! Hemen mi?.. Temelli mi?.. Bir daha birbirimizi görmeyecek miyiz?”
Sesi hıçkırıklarla boğuluyordu.
“Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık! Haydi, kucakla beni!”
Louise büyük bir coşkunlukla Frédéric’i kolları arasında sıktı.
İKİNCİ BÖLÜM
I
Frédéric, yerine yerleşip beş at tarafından çekilen araba yaylanınca bir sarhoşluk içine düştüğünü anladı. Bir saray planı yapan bir mimar gibi, hayatına önceden bir çekidüzen verdi. Bu hayatı en ince ve en haşmetli şeylerle doldurdu. Hayatı göklere yükseliyor, bolluk içinde yüzüyordu. Bunları derin derin düşünüp öyle dalmıştı ki etrafındaki hiçbir şeyi gözü görmez olmuştu.
Soudrun bayırının alt başındayken, nerede olduklarını anladı. Topu topu beş kilometre yol gitmişlerdi! Buna canı sıkıldı. Yolu görmek için pencerenin camını indirdi. Tam ne kadar zamanda varacaklarını ikide birde sürücüye sordu durdu. Böyle olmakla beraber sakinleşti, köşesinde gözleri açık duruyordu.
Sürücünün oturduğu yerin yanında asılı duran fener, oklar arasındaki atların sağrılarını aydınlatıyordu. Önde, öteki atların köpüklü dalgalar gibi dalgalanan yelelerinden başka bir şey görmüyordu. Hayvanların solukları önde iki tarafta sis yapıyor, küçük demir zincirler şıkırdıyor, aynalar çerçeveleri içinde zangırdıyordu. Ağır arabaysa biteviye bir hızla, kaldırımlar üstünde gidiyordu. Ötede, bir samanlığın duvarı veya kırlar ortasında tek başına bir han seçiliyordu. Bazen köylerin içinden geçerken bir ekmekçi fırınının ağzından yalazlı ışıklar fışkırıyor ve atların acayip karaltısı karşıki evin yüzü üstünde koşuyordu. Menzillerde hayvanlar arabadan boşaltıldığı zaman, bir dakika süren büyük bir sessizlik oluyordu. Adamın biri yukarıda, sundurmanın altında tepinirken kapı eşiğinde ayakta duran bir kadın mumu sönmesin diye elini siper ediyordu. Sonra sürücü basamağa sıçrıyor, posta arabası yine yola düzülüyordu.
Mormans’da saatin biri çeyrek geçeyi çaldığı duyuldu.
Frédéric, Demek bugün ha!.. diye düşündü. Hemen bugün, birazdan! Ama yavaş yavaş, umutları ve hatıraları, Nogent, Choiseul Sokağı, Madam Arnoux, annesi, hepsi birbirine karışmıştı.
Boğuk bir tahta sesiyle uyandı, Charenton Köprüsü’nü geçiyorlardı, Paris görünmüş demekti. O zaman, iki yol arkadaşı, biri kasketini, biri fularını çıkarıp şapkalarını giydiler, konuştular. Kahverengi redingot giymiş, kırmızı yüzlü, şişman olan ilki tacirmiş; ikincisi kendini bir hekime göstermek için başkente geliyormuş. Geceleyin bu adamı rahatsız ettiğinden korkup Frédéric hemen özür diledi, mutluluktan ruhu o kadar rikkate gelmişti.
Gar rıhtımını herhâlde sular basmış olacak ki bu tarafa sapmadan dümdüz devam ettiler; yine kırlar başladı. Uzakta fabrikaların yüksek bacaları tütüyordu. Sonra Ivry’ye saptılar. Bir sokağa girdiler. Frédéric birden Pantheon’un kubbesini gördü.
Altüst olan ova belirsiz harabeleri andırıyordu. Tahkimli surlar ovada bir tümsek yapmıştı. Yol kıyılarındaki topraktan yaya kaldırımları üstündeki ağaç fidanları çivili çıtalarla korunmuştu. Yer yer kimyevi maddeler yapan kurumlarla, odun depoları görülüyordu. Çiftlik kapılarını andıran yüksek kapıların aralık kanatlarından ortasında pis su birikintileri bulunan, çirkef ve süprüntü dolu iğrenç avlular görünüyordu. Sığır kanı rengindeki uzun meyhanelerin ikinci katlarında, pencereler arasında, renkli çiçeklerden bir taç içinde çapraz iki bilardo istekası resmi vardı, ötede beride duvarları alçıdan yarım kalmış kulübeler görünüyordu. Sonra iki yandaki ev dizisi artık hiç kesilmez oldu. Bu evlerin çıplak yüzleri üstünde, uzaktan uzağa, bir tütüncü dükkânını gösteren, tenekeden yapılmış kocaman bir sigara beliriyordu. Ebe kadınların levhalarında, danteladan kundaklı yeni doğmuş bir çocuğu kucağında sallayan takkeli yaşlı kadın resimleri vardı. Duvarların köşelerine asılmış, dörtte üçü yırtılmış ilanlar rüzgârda yırtık elbiseler gibi sallanıyordu. İş elbisesi giymiş bazı işçiler, bira yüklü arabalar, çamaşırcı arabaları, et taşıyan arabalar geçip gidiyordu; ince bir yağmur çiseliyordu, hava soğuktu, gök solgundu, ama sislerin arkasında Frédéric’çe dünyalar değerinde olan bir çift göz parlıyordu.
Şehrin kapısında uzun zaman beklediler; yumurta tacirleri arabacılar ve bir koyun sürüsü yolu tıkamıştı çünkü. Kaputunun yakasını indirmiş olan nöbetçi eri ısınmak için kulübesinin önünde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Oktruva9 memuru arabanın üstüne tırmandı, bir boru öttü. Bulvarı tırıs giderek geçtiler, oklar sallanıyor, koşum kayışları rüzgârda dalgalanıyordu. Kamçı nemli havanın içinde şaklıyordu. Sürücü çınlayan sesiyle, “Varda! Varda!” diye bağırıyor, süpürücüler kıyıya diziliyor, yayalar arkaya sekiyor, pencerelere çamur sıçrıyor; karşıdan çöp arabaları, tek atlı iki tekerlekli arabalar, omnibüsler geliyordu. Nihayet Bitkiler Bahçesi’nin demir parmaklığı göründü.
Sarımtırak bir renkte akan Seine Nehri’nin suları köprülerin döşeme tabanlarına kadar yükselmişti. Sulardan etrafa bir serinlik dağılıyordu. Frédéric bu serinliği, aşk buğularını ve fikir buharlarını taşır gibi gelen o güzel Paris havasını tatlı tatlı koklayarak var kuvvetiyle ciğerlerine çekti; ilk kira binek arabasını görünce duygulandı. Şarapçı dükkânlarının saman dökülmüş kapı eşiklerine, kutularıyla ayakkabı boyacılarına, çekirdek-kahve kavurma dolaplarını çevirip sallayan bakkal çıraklarına kadar her şeyi sevmişti. Bazı kadınlar şemsiyeleri altında sık adımlarla yürüyorlardı; Frédéric, tesadüf, belki Madam Arnoux sokağa çıkmıştır diye, her geçen kadının yüzünü görmek için pencereden dışarı sarkmıştı.
Dükkânların önlerinden geçiyorlardı, kalabalık artmış, gürültü çoğalmıştı. Saint- Bernard Rıhtımı’ndan sonra Tournelle Rıhtımı’nı, Montebello Rıhtımı’nı geçtiler, Napolyon Rıhtımı’na daldılar. Frédéric onun pencerelerini görmek istedi; daha uzaktı. Sonra Pont-Neuf Köprüsü üstünden Seine’i bir daha geçtiler, Louvre’a kadar indiler. Saint-Honore, Croix-des-Petits-Champs ve Bouloi sokaklarından geçip Coq-Heron Sokağı’na vardılar ve otelin avlusundan içeri girdiler.
Duyduğu zevkin tadını çıkarmak için Frédéric ağır ağır giyindi, hatta Montmartre Bulvarı’na yürüyerek gitti. Biraz sonra mermer levhanın üstünde sevgili adı tekrar göreceğini düşünerek gülümsüyordu. Gözlerini kaldırdı; ne camekân kalmış ne levha kalmış ne bir şey!
Choiseul Sokağı’na seğirtti. Bay ve Bayan Arnoux o evde oturmuyorlarmış. Kapıcının odasında bir komşu kadın duruyordu. Frédéric bekledi, nihayet kapıcı göründü, eski kapıcı değildi bu. Adreslerini hiç bilmiyormuş.
Frédéric bir kahveye girdi, yemeğini yerken bir yandan da ticaret almanağını karıştırdı. Almanakta üç yüz tane Arnoux olduğu hâlde Jacques Arnoux yoktu! Acaba nerede oturuyorlardı? Herhâlde Pellerin bilirdi.