Taşrada âdet olduğu gibi kontes iki konuğu için öğle yemeği hazırlanmasını salona gelmeden önce söylemişti. Fakat kont ciddi bir tavırla, “Ancak konak yerinde atların değişmesi için harcanacak zaman kadar kalabileceğim burada.” diyerek kadıncağızın lafını ağzında bıraktı. Bunun üzerine üç hısım hemen salona girdiler; albay da kendisini, genç karısını barındırmasını ondan istemek zorunda bırakan siyasi ve askerî olayları büyük teyzesine anlatmak için zar-zor vakit bulabildi.
O bunları anlatırken teyze sıra ile ha bire konuşan yeğenine ve kederli, soluk benizli oluşunu bu ayrılık zorunluluğuna yorduğu gelinine bakıyordu; kendi kendine, Heh heh, birbirlerini seviyorlar bu gençler! der gibi bir hâli vardı.
O sırada sessiz eski avluda kırbaçların şakladığı işitildi. Avlunun taşları arasında ot kümeleri bitmişti. Victor, kontesi yine kucakladı ve evden dışarıya fırladı. Arabaya kadar peşinden gelmiş olan karısına da “Hoşça kal sevgilim!” dedi.
Julie tatlı bir sesle, “Victor, bırak da daha uzaklara kadar gideyim seninle.” dedi. “Hiç ayrılmak istemiyorum senden…”
“Nasıl olur canım?”
Julie, “Mademki öyle, güle güle git hadi!..” dedi.
Araba gözden kayboldu.
Kontes, yaşlı kadınların gençlere yönelttikleri o bilgiç bakışlardan biriyle gelinini âdeta sorguya çekerek, “Victor’cuğumu çok seviyorsun demek, ha?” dedi.
Julie cevap verdi, “Evet, öyle, teyzeciğim. Zaten bir erkekle evlenmek için onu sevmek gerek, değil mi ya?”
Bu son sözler, aynı zamanda temiz bir yüreği veya derin sırları açığa vuran saf bir eda ile daha belirli hâle sokulmuştu. Yoksa Duclos ile Mareşal de Richelieu ile dostluk kurmuş bir kadın için, bu genç karı kocanın evliliklerindeki sırrı sezmeye çalışmamak, olacak iş değildi. Teyze ile gelin o sırada arabanın çıktığı kapının eşiğinde durmuşlar, onun uzaklaşmasını seyrediyorlardı. Kontes d’Aiglemont’nun gözlerinde, Markiz de Listomere -Landon’nun anladığı manada sevgi yoktu. Kendisi Provence’lı, yani Güneyli olduğundan, tutkuları da zorlu olmuştu. Gelinine, “Gönlünü yeğenim olacak o haylaza kaptırdın demek, ha?” diye sordu.
Kontes d’Aiglemont elinde olmadan irkildi. Vaktiyle nice canlar yakmış bu yaşlı kadının edası ve bakışı, Victor’un karakteri üzerinde onun, kendisine göre daha derin bilgi sahibi olduğunu anlatır gibi geldi. Bunun üzerine kaygılanan Madam d’Aiglemont, acı çeken saf yüreklerin ilk sığınağı olan o duyguları beceriksizce gizleme yolunu tuttu.
Madam de Listomere, Julie’nin cevaplarıyla yetindi. Tek başına sürdüğü hayatın, bir sevgi sırrı ile şenleneceğini düşünerek sevindi. Gelini, eğlenceli bir macerayı sürdürmek niyetindeymiş gibi göründü ona. Madam d’Aiglemont yaldızlı çerçevelere geçirilmiş duvar halıları ile süslü büyük bir salona girdi; harıl harıl yanan bir ateşin başına oturdu; pencerelerden gelen ayazdan bir Çin paravanası koruyordu onu fakat kederi dağılmadı bir türlü. Böylesine eski, tahta lambriler altında, asırlık mobilyalar arasında neşelenmesine imkân yoktu. Ama genç Parisli kadın bu derin yalnızlığın ve resmiyet dolu bu taşra sessizliğinin içine girmekten yine de bir çeşit zevk duydu. Vaktiyle, yeni evlendiği sırada gelin sıfatıyla bir mektup yazdığı bu teyze ile birkaç söz etti sonra da bir operanın müziğini dinliyormuş gibi sessiz sessiz durdu.
Ancak dilsizlere yaraşan bir suskunlukla geçen iki saatten sonradır ki teyzesine kaba davrandığını fark etti, ona sadece soğuk cevaplar vermiş olduğunu hatırladı. Eski zaman insanlarını niteleyen o sevimlilik dolu içgüdü ile yaşlı kadın, gelininin kaprisini hoş görmüştü.
O sırada yün örüyordu. Gerçi kontesin yatacağı yeşil odanın hazırlanmasına göz kulak olmak için birkaç kez dışarıya çıkmıştı; evdeki hizmetçiler de buraya bavulları yerleştiriyorlardı ama sonra gidip yine büyük bir koltuktaki yerine oturmuştu ve kaçamak bakışlarla genç kadına bakıyordu. Julie bir türlü karşı koyamadığı düşüncelerine kendini bıraktığı için utanmıştı. Bu hâliyle yine kendisi alay ederek, kendini bağışlatmaya çalıştı.
Teyze, “Dulların hâlinden anlarız biz, yavrucuğum.” diye cevap verdi.
Yaşlı hanımın dudaklarındaki alaylı ifadeyi sezmek için, insanın kırk yaşında olması gerekti. Ertesi gün kontes çok düzeldi, konuştu. Madam de Listomere ilkin yabani, aptal bir yaratık gibi gördüğü bu genç gelini hâle yola koymaktan umudunu kesmiyordu artık. Oturdukları yerin eğlencelerinden, gidebilecekleri balolardan, toplantılardan söz etti ona. O gün akşama dek markizin bütün soruları birer tuzak oldu.
Eskiden sarayda edindiği alışkanlıkla, gelininin huyunu, ahlakını anlamak için ona böyle tuzaklar kurmaktan kendini alamadı. Julie gidip dışarıda eğlenmesi, oyalanması için birkaç gün süre ile kendisine yapılan bütün ısrarlara karşı koydu. Güzel gelinini böbürlene böbürlene yanında gezdirmek için beslediği hevese rağmen, yaşlı kadın sonunda, onu toplum içine götürme isteğinden vazgeçti. Kontes yalnızlığına ve kederine bahane olarak, babasının ölümü yüzünden duyduğu acıyı bulmuştu, hâlâ onun yasını tutuyordu nitekim.
Aradan bir hafta geçince, yaşlı hanım Julie’nin melek gibi uysallığına, alçak gönüllü sevimliliğine, hoş görür zihniyetine hayran kaldı. Ondan sonra da bu körpe yüreği kemiren esrarlı hüzne çok yakın bir ilgi duydu. Kontes sevimli olmak için yaratılmış ve mutluluğu da sanki yanlarında getiren kadınlardan biriydi. Madam de Listomere gelininin yanında bulunmasından öylesine hoşlandı, buna öylesine değer verdi ki onun için deli divane oldu, ondan ayrılmak istemedi artık.
Aralarında ölümsüz bir dostluk bağının kurulması için bir ay yetti. Yaşlı hanım, Madam d’Aiglemont’nun çehresinde olup biten değişiklikleri görerek şaşırmaktan kendini alamadı. Kontesin tenini aydınlatan canlı renkler yavaş yavaş söndü; yüzünde donuk, soluk tonlar belirdi. İlk günlerdeki pırıl pırıllığını yitirirken, Julie daha az kederli bir hâl alıyordu. Ara sıra yaşlı hanımın, genç hısmında sevinç gösterilerine veya delice gülüşlere yol açtığı oluyordu ama rahatsız edici bir düşünce çok geçmeden yarıda bırakıyordu bunları. Madam de Listomere, gelininin yaşantısını gölgeleyen derin hüznün nedeninin ne babasının anısı ne de Victor’un orada bulunmayışı olduğunu sezdi. Sonra o denli kötü kuşkulara kapıldı ki derdin gerçek nedeni üzerinde durmak güç oldu onun için; çünkü gerçekle belki ancak bir rastlantı sonucu karşılaşırız.
Nihayet bir gün Julie, teyzesinin şaşkın gözleri önünde evliliği büsbütün unutmuş gibi bir tavır takındı; yaramaz bir genç kız gibi çılgınlıklar yaptı, küçük yaştakilere yaraşan bir düşüncesizlik, bir çocukluk gösterdi ki bütün bu ince, bazen de çok derin davranışlar, Fransa’da genç insanların ayırıcı vasfıdır. Bunun üzerine Madam de Listomere, en tabii hâli duygularını anlaşılmaz bir biçimde gizlemek olan bu ruhun sırlarını çözmeye karar verdi. Neredeyse gece olacaktı, iki kadın sokağa bakan bir pencerenin önünde oturmuşlardı. Julie yine düşünceli bir tavır takınmıştı, o sırada sokaktan bir atlı geçti.
Yaşlı hanım, “İşte senin kurbanlarından biri.” dedi.
Madam d’Aiglemont kaygıyla karışık bir şaşkınlık göstererek teyzeye baktı.
‘‘Genç bir İngiliz’dir bu. Kişizadedir, saygıdeğer Arthur Osmond, Lord Grenville’in büyük oğlu. İlginç bir hikâyesi var: