Julie babasının elini sıkarak alçak sesle, “Ne güzel manzara!” dedi.
O anda Carrousel alanının büründüğü göz alıcı, yüce manzara karşısında, yüzlerinde hayranlık okunan binlerce seyircinin ağzından da hep bu haykırış yükseliyordu. Yaşlı adamla kızının bulundukları sıra kadar sıkışık bir sıra kalabalık da saraya paralel bir çizgi üzerinde Carrousel alanının parmaklığı boyunca uzanan taş döşeli, dar boşluğu doldurmuştu. Kadın tuvaletlerinin değişik hâliyle bu kalabalık, Tuileries Sarayı’nın yapılarının meydana getirdiği kocaman, uzun karenin ve o sıralarda, yeni yapılmış olan o parmaklığın biçimini iyice meydana çıkarıyordu. Az sonra denetlenecek olan emektar muhafız birliğinin alayları bu geniş alanı doldurmuşlardı. Sarayın karşısında bunlar, onar sıra derinliğinde mavi, heybetli saflar hâlindeydiler. Bu kapalı alanın ötesinde ve Carrousel alanında, başka paralel saflar hâlinde birçok piyade ve süvari alayları bulunmaktaydı. Bunlar, kapının ortasını süsleyen zafer takının altında geçit yapmaya hazır hâldeydiler. Zafer takının en tepesinde de o zamanlar, Venedik’ten gelme muhteşem at heykelleri görülmekteydi. Nöbetçi Polonya mızraklı süvarilerinin arkasında, alayların, Louvre Sarayı’nın sütunlu galerileri altına yerleştirilmiş olan bando mızıkaları vardı. Kum kaplı dörtgenin büyük bölümü bu çıt çıkarmayan birliklerin yapacakları hareketler için hazırlanmış bir meydan hâlinde, boş durmaktaydı. Bunların, askerlik biliminin bakışıklığına uygun olarak yerleştirilmiş yığınlarında güneşin ışınları, on bin süngünün üçgen biçimi parıltılarını yansıtıyordu. Rüzgâr, askerlerin şapkalarındaki tüyleri kımıldatarak bunları, bir ormanın sert bir yel altında eğilen ağaçları gibi dalgalandırıyordu. Eski askerlerden meydana gelme bu sessiz, parlak topluluklarda üniformaların, sırmalarla şeritlerin, silahlarla kordonların çeşitliliğinden binlerce renk çelişmesi doğmaktaydı. Bir savaş alanının çarpışmalar başlamadan önceki minyatürü olan bütün ayrıntıları ve acayip girinti çıkıntıları ile bu uçsuz bucaksız tablonun kıyılarında heybetli yüksek yapılar, şairane bir çerçeve hâlindeydi. Şeflerle askerler de bu yapıların kımıltısızlığına uyuyorlardı sanki. Bu hâli gören seyirci bu insan duvarlarını, elinde olmadan, bu taş duvarlara benzetiyordu. Yeni yapılmış ak duvarlarla asırlık duvarlar üzerine ışıklarını bol bol serpen bahar güneşi, yanıp tunçlaşmış bu sayısız yüzleri iyice aydınlatıyordu. Hepsi de geçirilmiş tehlikeleri anlatıyorlar, gelecek tehlikeleri ise kılları kıpırdamadan bekliyorlardı.
Her alayın komutanı bu yiğit askerlerin meydana getirdikleri saflar önünde tek başına gidip geliyordu. Sonra da gümüşi, gök mavisi, al ve altın sarısı renklere bürünmüş bu birliklerden meydana gelme yığınların ardında meraklılar, yorulmak bilmez altı Polonya süvarisinin mızraklarına bağlanmış üç renkli şeritleri görmekteydiler. Bir çayır boyunca bir sürüyü güden köpekleri andıran bu atlılar, birliklerle meraklı halk kalabalığı arasında durmadan koşuşuyorlar; bunu da imparatorun geçeceği kapının yanında seyircilere ayrılan küçük boşluktan kalabalığın taşmasını önlemek için yapıyorlardı. Bu kımıldanışlar, gidip gelişler de olmasa ormanda, “Uyuyan Güzel”in sarayında sanabilirdi kendini insan. Humbaracıların uzun tüylü şapkaları üzerinden geçen bahar yeli nasıl askerlerin kımıltısızlığını gösteriyorsa kalabalığın boğuk mırıltısı da onların sessizliğini meydana çıkarmaktaydı. Yalnız ara sıra kıyısında çıngıraklar dizili bir bando zilinin çınlayışı veya yanlışlıkla bir davula hafifçe vurulduğu için çıkan sesin imparator sarayına çarparak yankılanışı, uzaktan uzağa duyulan ve fırtınayı haber veren gök gürültülerini andırıyordu. Kalabalığın bekleyişinde anlatılamaz bir coşkunluk göze çarpmaktaydı. Her vatandaşın tehlikelerini sezdiği bir seferin arifesinde Fransa, Napolyon’u uğurlayacaktı. Bu kez Fransa İmparatorluğu için söz konusu olan; var olmak veya olmamaktı. Napolyon’un kartalı ile dehasının içinde kanat çırptığı bu alana yığılı -her ikisi de sessiz- şehir halkı ile silahlı halk, hep bunu düşünüyordu sanki. Fransa’nın umudu, kanının son damlası olan bu askerler de seyircilerin besledikleri kaygılı merakta büyük yer tutmaktaydılar. Orada bulunanlarla askerlerin çoğu birbirlerine ebediyen veda etmekteydiler belki fakat bütün yüreklerden hatta imparatora en düşman olanlardan dahi vatanın şanı, şerefi için Tanrı’ya en ateşli dilekler yükselmekteydi. Avrupa ile Fransa arasında başlayan boğuşmadan en çok bezginlik duyan insanlar bile tehlike gününde Napolyon’un bütün Fransa demek olduğunu anlayarak, zafer takı altından geçtikleri sırada bütün hınçlarından sıyrılmışlardı.
Sarayın saati buçuğu çaldı. O anda kalabalığın uğultusu kesildi ve sessizlik öylesine derinleşti ki bir çocuğun söylediği sözler bile duyulabilirdi. Yaşlı adamla kızının bütün canlılıkları gözlerine toplanmıştı sanki. O sırada bir mahmuz gürültüsü ile bir kılıç şakırtısı duydular: Bu sesler sarayın yankılarla dolu sütunlu galerisinde çınladı.
Yeşil bir üniforma, beyaz bir pantolon, uzun konçlu çizmeler giymiş ufak tefek, şişmanca bir adam birden görünüverdi. Başındaki, kendisi kadar heybetli, üç köşe şapkayı çıkarmamıştı. Göğsünde Legion d’Honneur nişanının geniş kurdelesi dalgalanıyordu, belinde küçük bir kılıç vardı. Adamı aynı anda alanın bütün noktalarından, bütün gözler gördü.
Hemen trampetler çalmaya başladı. İki bandodan yükselen nağmelerin savaşçı temposunu, flütlerin tatlı seslerinden davula kadar her çalgı tekrarladı. Bu cenk çağrısıyla bütün ruhlar ürperdi, bayraklar selam için eğildi; askerler tek ve düzenli bir hareketle selam durunca Carrousel alanında tüfekler, ilk sıradan sonuncuya değin sarsılıp kımıldadı. Komutlar tıpkı yankılar gibi bir saftan ötekine atladı. Coşan kalabalıktan “Yaşasın imparator!” bağırışları yükseldi. Sonunda her şey titredi, her şey kımıldadı, her şey sarsıldı…
Napolyon at binmişti. Bu hareket de bu sessiz yığınları canlandırmış, çalgıları seslendirmiş, kartallarla bayrakların ileriye atılmalarına yol açmış, bütün yüzlerde coşku yaratmıştı. Bu eski sarayın yüksek sütunlu galerilerinin duvarları da “Yaşasın imparator!” diye bağırıyorlardı sanki. Beşerî bir şey olmadı da bu bir büyü, tanrısal kudretin bir benzeri yahut daha doğrusu, bu çok geçici saltanatın geçici bir imgesi oldu. Güneşin bile kendisi için bulutları gökyüzünden uzaklaştırdığı, bunca sevgi, coşkunluk, bağlılık ve dilekle çevrili bu adam; atından inmedi, peşinden getirilen yaldızlı küçük merdivenin üç adım ilerisinde durdu. Solunda kıdemli mareşal, sağında nöbetçi mareşal vardı. Bunca coşkunluğun boşanmasına kendisi yol açmıştı ama kılı bile kıpırdamadı.
“Tanrı hakkı için öyle. Wagram’da ateş ortasında, Moskova’da ölüler arasında hep böyle sakindir o, kılı bile kıpırdamaz!”
Birçok soruya bu karşılığı, genç kızın yanında bulunan bir humbaracı asker vermişti. Sakinliği, kudretine beslediği çok büyük güvenini gösteren