“Burada oturmaktan hoşlanırsın, değil mi Julie?”
O, aldırmaz bir tavırla, “Adam sen de ha burada olmuş ha başka yerde!..” dedi.
Albay d’Aiglemont, “Rahatsız mısın?” diye sordu.
Genç kadın geçici bir canlılıkla, “Hiçbir rahatsızlığım yok.” diye karşılık verdi.
Gülümseyerek kocasına bakıp ekledi, “Uykum var.”
Birdenbire bir atın dörtnala geldiği duyuldu. Victor d’Aiglemont karısının elini bıraktı, başını yolun burada yaptığı dönemece doğru çevirdi. Albay artık Julie’yi görmüyordu ya, genç kadının solgun yüzüne verdiği neşe ifadesi sanki bu yüzü aydınlatan ışık artık sönmüş gibi kayboluverdi. Canı ne manzarayı bir daha görmek istiyordu ne de atı çok büyük bir hızla dörtnala giden süvarinin kim olduğunu öğrenmek merakındaydı. Yine arabanın köşesine yerleşti, içlerinde hiçbir duygu belirtisi olmayan gözlerini, atların sağrılarına dikti. Papazın vaazını dinleyen bir Britanya köylüsü kadar aptalca bir tavır takındı. Cins bir ata binmiş genç bir adam kavak ağaçları ile çiçeklenmiş akdikenlerden meydana gelme bir kümenin içinden birdenbire çıkıverdi.
Albay, “İngiliz bu!” dedi.
Sürücü cevap verdi, “Evet, öyle generalim. Söylendiğine göre Fransa’yı yemek isteyen heriflerin soyundan.”
İngiliz hükûmeti, 1802’de, Fransa, İngiltere, İspanya ve Hollanda arasında Amiens’da imzalanan barış antlaşmasını çiğneyerek insan haklarına suikastta bulunmuş; Napolyon da buna misilleme olarak bütün İngilizleri tutuklatmıştı. Kim olduğu bilinmeyen bu adam da o sırada Kıta Avrupa’sında bulunmakta olan yolculardan biriydi. İmparatorluk hükûmetinin kaprisine tabi olan bu tutukluların hepsi yakalandıkları yerlerde kalmadıkları gibi ilkin kendilerinin serbestçe seçtikleri yerlerde de kalmamışlardı. O sırada Touraine’de oturanların çoğu oraya, imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilmişlerdi. Bunların oralarda kalmaları, Avrupa politikasının çıkarlarına aykırı görülmüştü çünkü.
O sırada sabah sabah can sıkıntısıyla gezmekte olan genç tutuklu, bürokratik iktidarın kurbanıydı. Dışişleri Bakanlığından verilen bir emir, onu, iki yıldır Montpellier’nin havasından çekip koparmıştı. Barışın sona erişi sırasında o, tutulduğu verem hastalığını iyileştirmeye çalışıyordu.
Delikanlı, Kont d’Aiglemont’nun asker olduğunu anlayınca, başını epeyce ani olarak Cise kırlarından yana çevirip onunla göz göze gelmemeye çalıştı.
Albay, “Bu İngilizler de sanki dünya babalarının malıymış gibi küstah oluyorlar.” diye mırıldandı. “Bereket ki Mareşal Soult hadlerini bildirecek onlara.”
Tutuklu arabanın önünden geçtiği sırada içeriye baktı. Bakışı kısa sürmüştü ama kontesin düşünceli yüzüne anlatılamaz bir güzellik veren hüzün ifadesini hayranlıkla seyredebildi. Bir kadının sadece ızdırap çektiğini görmekle birçok erkeklerin yürekleri güçlü bir heyecana kapılır. Izdırap bir yiğitlik veya bir sevgi belirtisi gibi görünür onlara.
Arabasının bir yastığını seyre iyice dalmış olduğu için, Julie ne ata dikkat etti ne atlıya. Koşum kayışı çabucak ve sağlamca onarılmıştı. Kont yine arabaya bindi. Sürücü kaybolan vakti yeniden kazanmaya çalıştı. İki yolcuyu, kıyısında dolma toprak seddin, üzerinde ileriye çıkık kayalar bulunan yanından hızla götürdü. Vouvray şarabını veren bağlar bu kayalar içinde yetişir. Yine bunların içinden güzel evler yükselir. Hep bunlar arasından, ta uzaklarda, o çok ünlü Marmoutiers Manastırı da görülür ki veli Saint Martin dünyadan elini eteğini çekip buraya kapanmıştı.
Albay, Cise Köprüsü’nden beri arabasının peşinden gelen atlının hep o genç İngiliz olduğuna emin olmak için başını çevirdi, “Bu solgun yüzlü lord da bizden ne istiyor?” diye bağırdı.
Fakat kim olduğu bilinmeyen bu adam, dolma topraktan şeddin kıyısındaki yolda gezinerek hiçbir terbiye kuralına aykırı hareket etmediği için albay, İngiliz’e tehdit dolu bir gözle baktıktan sonra yine arabasının köşesine yaslandı. Fakat elinde olmaksızın beslediği düşmanlığa rağmen, atın güzelliğine, atlının yakışıklılığına dikkat etmekten de kendini alamadı.
Delikanlının tam İngilizlere özgü bir çehresi vardı. Yüzünün rengi o denli zarif, teni o kadar yumuşak, o kadar beyazdı ki bunu görenin aklına, “Nazik bedenli bir kızın mı bunlar?” diye sormak gelirdi. Sarışındı, ince, uzun boyluydu. Giyiminde, edep ve terbiye kurallarına düşkün İngiltere’nin iyi giyinen kişilerini ayırt eden o özenli ve temiz hâl vardı. Kontesi görünce yüzü keyfinden değil de utancından kızarıyordu sanki. Julie yabancıya tek bir defa baktı. Fakat buna da âdeta kocası zorladı onu. Safkan bir atın bacaklarını o da görsün istemişti. O zaman Julie utangaç İngilizle göz göze geldi. O andan başlayarak da bu kişizade, atını arabanın yanından sürecek yerde birkaç adım geriden izledi onu. Kontes, kim olduğunu bilmediği bu adamın yüzüne şöyle bir baktı. Adamın da atın da sahip olduklarını, kocasının kendisine söylediği güzelliklerden hiçbirini fark etmedi. Konta hak verir gibi kaşlarını hafifçe kımıldattıktan sonra tekrar arabanın içine çekildi. Albay yine uykuya daldı. Birbirlerine tek söz söylemeden ve içinde yolculuk ettikleri değişken dekorun çok hoş görüntüleri kontesin bir defa bile dikkatini çekmeden, karı koca Tours’a vardılar. Albay uyurken Madam d’Aiglemont birkaç defa ona baktı. Son bakışında bir sarsıntı, siyah bir kurdele ile boynuna asılı bir madalyonu genç kadının kucağına düşürdü ve babasının resmi birdenbire Julie’nin gözleri önüne serildi. Bunu görünce o zamana dek tuttuğu yaşlar, gözlerinden döküldü. Kontesin solgun yanaklarında bu yaşların bir an için bıraktıkları -fakat çabucak kuruyuveren- ıslak ve parlak izleri İngiliz gördü belki.
Mareşal Soult, İngiliz istilasına karşı Bearn bölgesini savunuyordu. İmparator, emirlerini mareşale ulaştırma görevini Albay d’Aiglemont’ya vermiş; o da o sırada Paris’i tehdit eden tehlikelerden karısını uzak tutmak için bundan yararlanmıştı. Julie’yi Tours’da oturan yaşlı bir kadın hısmının evine götürüyordu. Çok geçmeden araba Tours’un kaldırımlarında, köprünün üzerinde, ana caddede ilerlemeye başladı ve Kontes de Listomere -Landon’nun oturduğu eski konağın önünde durdu.
Kontes de Listomere -Landon, o soluk benizli, ak saçlı ihtiyar kadınlardan biriydi. Bunların zarif bir gülümseyişi vardır; içlerinden kabartılmış roplar giyerler, başlarındaki hotozun modası ise bilinmez. XV. Louis asrının yetmişlik kadın resimlerini andıran bu hanımlar sanki hâlâ birini seviyormuş gibi hemen daima okşayıcı ve tatlı dillidirler. Sofu olmaktan çok dindar olurlar ama göründüklerinden daha az dindardır onlar. Saça sürülen pudra kokarlar hep. Hoşsohbettirler, güzel konuşurlar; bir şakadan çok bir anıya gülerler. Günün olayları hoşlarına gitmez.
Yaşlı bir oda hizmetçisi, kontese (İhtilalden sonra taşıyamaz olduğu bu unvanı yeniden taşıyabilecekti artık.) İspanya Savaşı başlayalı beri görmediği bir yeğeninin geldiğini haber verince gözlüklerini hemen çıkardı. İçinde XIV. ve XV. Louis zamanındaki saray ileri gelenlerinin resimleri ile birtakım anılar, fıkralar bulunan, okumaktan çok hoşlandığı