Diğer bir konuda da özür dilemem gerekiyor. İngilizlerin, geçmiş günlerde var olmuş ve günümüzde hâlâ bazı dallarının, tehlikeli durumlarda gerekli olan dayanıklılık ve sakinliğin öğretildiği mükemmel bir okul olduğu “spor”a karşı duydukları tutkuya tüm sempatimi göstermem gerekirdi. Gerçek “spor”a ilgi duymuyor değilim; çok emek sarf eden ve risk hâlinde “insan yiyen” kaplanın peşine düşen kişinin cesaretine bütün kalbimle hayranım. Ayrıca köşeye sıkıştırdığı canavarı takip ederken ve göğüs göğüse mücadele ederkenki hâliyle muhteşem bir heyecanla övündüğünde onun hissettiklerini anlayabiliyorum. Ancak savunmasız bir hayvan için dehşet verici bir vahşetle acılı bir ölüm içeren durumdan rahatlık ve güven içinde zevk alabilen avcıyı da derin; eğer avcı insanlara evrensel sevginin dini hakkında bir öğüt vermek için ant içiyorsa daha da derin; ismi sevginin (“Kadınlara duyulan sevgi bir yana bana olan aşkın mükemmeldi.”) sembolü olabilecek “hassas ve narin” yaratıklardan biri söz konusu olduğunda ise en derin merak ve üzüntüyle seyrediyorum.
“Elveda, elveda! Fakat sana Düğün Davetlisi,
Şunu söyleyeyim ki,
O güzelce dua etti, güzelce Sevdi
oadam, insanı, kuşu ve çirkin yaratığı.
O en güzel şekilde dua etti, en güzel şekilde Sevdi
büyük ve küçük her şeyi!
Bizi seven sevgili Tanrı için
Yaptı ve her şeyi Sevdi.”
1.BÖLÜM
Az Ekmek! Çok Vergi!
Ve sonra herkes tekrar tezahürat etmeye başladı. Diğerlerinden daha da heyecanlı olduğu belli olan bir adam (benim anladığım kadarıyla), şapkasını havaya doğru sallayarak “Kim Alt-Muhafız için bağırır?” diye gürleyince herkes onun gibi haykırdı ama Alt-Muhafız için mi yoksa başka bir şey için mi haykırmışlardı bu pek belli olmamıştı işte. Bazıları “Ekmek!” diye bazıları da “Vergi!” diye bağırıyordu ama hiç kimse aslında ne istediğini tam olarak bilmiyor gibiydi.
Yardımcı Muhafız’ın kahvaltı salonunun açık olan penceresinden bütün gördüklerim bunlardı. Bağırmaya başladıklarında, Lord Şansölye sanki bunu daha önceden hissetmiş gibi bir anda sıçrayıp aceleyle çarşıyı en iyi gören pencerenin yanına gitti.
Elleri arkasında, ropdöşambırı uçuşurken, kendi kendine sürekli “Bütün bunlar da ne demek oluyor?” diye tekrar ederek odanın içinde bir uçtan diğer uca yürüyordu. “Daha önce hiç böyle bir gürültü duymadım, hele sabahın bu saatinde ve böyle ağız birliği ile! Senin de dikkatini çekmedi mi bu?”
Alçak gönüllülükle, anladığım kadarıyla farklı şeyler için bağırdıklarını söyledim ama eminim ki o an, Şansölye beni duymadı. “Hepsi de aynı şeyi söylüyorlar!” deyip pencereden dışarı baktı ve pencerenin altında duran bir adama “Onları bir arada tutun, tamam mı? Alt-Muhafız gelmek üzere. Onları ileri yürüt!” diye fısıldadı. Konuşulanları çok rahat duyamıyordum ama çenemi neredeyse Şansölye’nin omzuna dayayınca hemen her şeyi işitebilmiştim.
“Yürüyüş” çok ilginç görünüyordu. İkişerli dağınık gruplar, çarşının diğer tarafından yürümeye başladı ve Saray’a doğru düzensiz zikzaklar çizerek ilerledi. Denizde ters esen rüzgâra karşı yol alan bir geminin zikzaklar çizerek ilerlemesi gibi bir o yana bir bu yana sürükleniyorlardı. Öyle ki her geçişlerinde kafilenin başı bizden biraz daha uzakta kalıyordu.
Her şeyin emirlerle yerine getirildiği çok açıktı. Bütün gözlerin, Şansölye’nin sürekli bir şeyler fısıldadığı, pencerenin altında bekleyen adama kilitlendiğini fark etmiştim. Adam bir elinde şapkasını, diğer elinde de yeşil bir bayrak tutuyordu. Bayrağı her salladığında tören alayı biraz daha yaklaşıyor; indirdiğinde ise uzaklaşıyordu. Şapkasını salladığında ise hep birlikte “Hurra!” diye bağrışıyorlardı. Ardından da “Hurra!”, “Yok!”, “Hayır!”, “Az!”, “Ekmek!”, “Fazla!”, “Vergi!” diye sesler geliyordu. Şansölye, “İşe yarayacak! İşe yarayacak! Sana haber verene kadar biraz dinlensinler. Henüz gelmedi!” diye fısıldadı adama. Tam o sırada, salonun büyük kapılarından biri açıldı ve Şansölye suçlu bir şekilde Yüksek Ekselansları’nı karşılamak için döndü. Fakat gelen Bruno’ydu. Bunun üzerine Şansölye, rahat bir nefes aldı.
Küçük çocuk, Şansölye’yi ve garsonları “Günaydın!” diye selamlayarak “Sylvie’nin nerede olduğundan haberiniz var mı? Sylvie’yi arıyorum da.” dedi.
Şansölye, başıyla çocuğu selamlayarak, “Sanırım, Muhafız ile birlikte ekslans.” diye cevap verdi. Babası sadece Dışdiyar Muhafızı olan küçük bir çocuğa bu lakapla karşılık vermek biraz tuhaf kaçıyordu aslında (“Ekselans”ı tek bir hece olarak telaffuz ettiğini şüphesiz anlamışsınızdır.). Birkaç yılını Perdiyarı Mahkemesi’nde geçiren ve orada neredeyse imkânsız olan beş heceli kelimeleri tek heceli imişçesine telaffuz etme sanatını öğrenen bu adam büyük bir özürü hak ediyordu.
Fakat bir anda odadan kaçıp giden Bruno’yu, muzafferane sunulan “Telaffuz Edilemez Tek Heceli”nin ustaca söylenmesi bile hiç etkilememişti.
Ardından, uzaklardan birinin “Şansölye’den bir konuşma!” diye bağırdığı duyuldu.
“Elbette dostlarım!” dedi Şansölye olağanüstü bir çabuklukla. “Konuşma başlıyor!” Birkaç dakikadır yumurta ve şeriden yapılma tuhaf görünümlü bir karışım hazırlayan garson, saygıyla eğilerek bunu kocaman gümüş bir tepsinin üzerinde sundu. Şansölye mağrur bakışlarıyla karışımı aldı, düşünceli düşünceli yudumladı ve boş bardağı geri verirken garsona gülümsedi. Hatırladığıma göre konuşma sırasında şunları söyledi:
“Öhö! Öhö! Öhö! Mağdurlar, daha doğrusu, muzdarip yoldaşlar!..” (Pencerenin altındaki adam “Onlara bu şekilde hitap etme!” diye fısıldayınca Şansölye de “Ben onlara suçlular fellows-felons demedim ki!” diye karşılık verdi.) “Şundan emin olun lütfen, her zaman duy…” (Tam o sırada, kalabalık hep bir ağızdan “Dinleyin! Dinleyin!” diye öyle yüksek sesle bağırdı ki sesler konuşmacının tiz sesini bastırdı.) “… her zaman duy…” diye tekrarladı. (Pencerenin altında duran adam, “Böyle aptal aptal sırıtıp durma. Ahmak gibi görünüyorsun!” dedi. Ve çarşıda tıpkı bir çan çalıyormuş gibi sürekli “Dinleyin! Dinleyin!” diye sesler yankılandı durdu.) “Her zaman duygularınızı paylaştım!” diye bağırdı. İlk başta bir sessizlik oldu. “Fakat sizin gerçek dostunuz Yardımcı Muhafız’dır! Gece gündüz sizin yanlışlarınız hakkında kara kara düşünüyor, yanlışlarınız yerine doğrularınızı demeliydim galiba, yok yanlışlarınızı… Hayır, doğrularınızı demek istedim…” (Pencerenin altındaki adam sözünü kesip, “Daha fazla konuşma! Yüzüne gözüne bulaştırıyorsun!” diye homurdandı.) Tam o sırada, Alt-Muhafız salona girdi. Zayıf, kurnaz bakışlı, sarı benizli bir adamdı. Odada yavaş yavaş sanki odanın bir yerinde saklanmış vahşi bir köpek varmış gibi şüpheyle bakındı, sonra da Şansölye’nin sırtını sıvazlayarak “Bravo!” dedi. “Harika bir konuşma yaptın. Çünkü doğuştan bir hatipsin sen!”
Şansölye