Güzel ahlakın en güzel yüzlerde aranılması gerekeceği hakkında verilmiş olan bir karara itirazınız var mıdır? Yok ise Şehnaz Hanım’ın ne kadar hoppa, ne kadar hırçın, ne kadar kıskanç bir şey olacağını da ayrıca anlayınız.
Şu kadar ki kızın zekâsını yüz kadına bölüştürselerdi, o kadınların her birini de başka başka olarak zeki ve fettan birer kadın olmak üzere kabul ederdiniz. Pergel ile resmolunmuş gibi testekerlek ve küçücük açık mavi gözleri, sanki iblisin kör olmayan gözü gibi ekseni üzerinde fırıl fırıl döner, pırıl pırıl parlardı. Bu kız ihtiyar olursa şüphe yok şeytanı bile aldatan kocakarıyı da aldatacak bir acuze29 olur.
Fıkra aklınızda mıdır? Değilse arz edelim:
Bir kocakarı ile şeytan bir salonda düelloya çıkarlar. Silahların birisi gereğinden fazla uzun olan bir tavan süpürgesinin sapı ile diğeri gereğinden fazla kısa olan bir meydan süpürgesinin sapından ibaret olup kocakarı şeytana der ki: “Hangisini istersen al!” Şeytan uzununa göz dikerse de onu elinde evirip çevirip idare edinceye kadar kocakarı kısa sopa ile durmadan yapıştırır. Şeytan birbirini izleyen süpürge sapından kafasını kurtarıp da uzun sırığını kullanamayacağını görünce önceki seçiminden cayıp, “Hayır, hayır! Şu kısayı bana ver de sen uzunu al!” der. Kocakarı buna da razı olur. Bu defa ise acuze, süngü davranır gibi sırığa davranıp aralıksız (şeytanı) dürtmeye başlar. Şeytan için hasmına yaklaşmak bile imkânsız olunca galibiyet meydanını kocakarıya terk ederek kaçar gider.
İşte bizim Şehnaz Hanım, bir kocakarı olsaydı mutlaka şeytanın üstün gelemediği bu acuzeye de üstün gelirdi. Hiçbir şey yapamaz ise bari elindeki kısa sopayı kaldırıp kocakarının kafasına atarak Vodina kavunu gibi kafasını yardıktan sonra kaçardı.
Şehnaz’ın dünyada hiç sevmediği iki insan varsa, birincisi Hasna idi. Hasna’yı nasıl sevebilsin ki kendisi çirkin olduğu hâlde Hasna güzel; kendisi hoppa olduğu hâlde Hasna ağırbaşlı; kendisi kötü huylu olduğu hâlde Hasna melek yaradılışlı bir kız. Bayan öğretmenleri her dersi ona verdikleri hâlde sırf hoppalık ve tembelliği nedeniyle derslerine dikkat etmemesine karşın Hasna, sanki o dersler doğrudan doğruya kendisine veriliyor imiş gibi hepsini alıyor ve ezberliyor. Dolayısıyla Hasna, Şehnaz’a arkadaş değil rakibe sayılırdı. Bereket versin ki Şehnaz’ın haddinden fazla kibirli olması Hasna ile açıktan açığa düşmanca bir rekabete girişmekten kendisini alıkordu. Öyle ya! Bir kontes veya prenses iken, her durumda hizmetçinin bir parmak üst tarafı demek olan bir yoldaşı önemseyip de onunla rekabete kalkışması mümkün olabilir mi?
Sevmediği adamların ikincisi ise Resmi Efendi idi.
Zekâyi Bey bu eve tanıştırıldığı zamana kadar Şehnaz’ın Resmi’yi ne kadar sevmediğini kendisi de bilmezdi. Gerçekten de Resmi’nin kendi huzurunda ciddiyetini korumak suretiyle gösterdiği ağırbaşlılıktan ve doğru sözlülükten nefret eder ve bu davranışların tersini görmeyi arzu eder idiyse de her şey zıddıyla temeyyüz eder30 kavramınca, Zekâyi tanıştırılarak beyefendinin koca bir asilzade olması ve sultana selam vermemek derecesinde kibirli bulunmasıyla beraber, kadınlar ve bilhassa Şehnaz gibi kibar nezdinde yılışıklık yapmama kuralına son derece uygun davrandığını görünce Resmi’nin âdeta katlanılmaz bir edepsiz olduğuna karar vermişti.
Hakikat! Gerçekten büyük olan kibarın dünyada hiç hoşlanmaması ve en fazla nefret etmesi lazım gelen bir şey var ise o da riya ve dalkavukluk olması lazım gelir ve riya ile dalkavukluk yapan soysuzları huzurundan kovması gerekirken tam tersine, genellikle görülür ki o büyükler gözünde en fazla makbul olanlar dalkavuklar ve riyakârlardır.
Dalkavukluk ve ikiyüzlülük ile yaranmak isteyen terbiyesizlere neden hürmet etmelidir? Ki onlar kavuk salladıkları kibarın menfaatini, hukukunu, şanını, şerefini hayal ve hatırlarına bile getirmeyip tam tersine kendi riyaları ve dalkavukluklarının makbule geçtiğini görünce velinimetleri efendileri hakkında alaylara da başlarlar ve kendi kendilerine derler ki “İşte ahmak herifi aldattım! Gösterdiğim tüm yaltaklanmalara inandı.” Bu sözü yalnız kendi kendilerine söylemekle de kalmayıp hatta kendisi gibi kavuk sallayıcı ve riyacı olan kapı yoldaşları arasında da efendilerinin ahmaklıklarını maskaraya alarak eğlenirler. Bunlardan birçoğu, her zaman ortamda görüldüğü ve şu gerçek güneş gibi ortada olduğu hâlde büyükler hep riyakâr, ikiyüzlü, yalancı, hilekâr olan dalkavukları severek kalpleri temiz ve bağlılıkları ciddi ve hakiki olan hizmetkârlarını daima üzerler.
Besbelli bu durum da en temiz kalpli, en doğru özlü ve doğru sözlü adamların kıymetlerini bilen kibarın bir kat daha büyüklüklerini yüceltmek için yaradılışın kurallarının arasına konulmuş bulunmalıdır.
Resmi, Şehnaz Hanımefendi’nin kendisini sevmediğini önceden bildiği gibi Zekâyi Bey daireyle tanışıklık peyda eyledikten sonra hanımefendi hazretleri artık Zekâyi’nin ikiyüzlü yaltaklanmalarından açıkça hoşlandığını ve kendi hoşsohbetinden açıktan açığa hoşlanmadığını görünce nefretinin derecesini bir kat daha anlamış idiyse de Bahtiyar Paşa, kendi annesinden yadigâr kalan Hasna’nın velinimeti olduğu ve bu durumda Şehnaz Hanımefendi de velinimet-zadesi bulunduğu nedeniyle Şehnaz’ı yine takdir eder, yine sever ve tüm bu nedenlerle mesut ve bahtiyar olmasını can ve gönülden arzu ederdi. Eğer onun mesuliyeti kendisince büyük büyük fedakârlıklara muhtaç ise elinden gelen her fedakârlığı yapmaya daima hazır ve hazırlıklı bulunurdu. İyi ahlak ve fazilet erbabı için bittabi ortaya çıkan görev bu değil midir? İnsan, bir efendinin minnettâr kalınacak hediyeleri ve ihsanı olduğu zaman, şu kutsal göreve halel bile getirecek olursa, artık o durumda riyakâr ve dalkavuk olan yalancılardan daha kötü bir mel’un, bir hain olur kalır. Minnettarlık mutlaka ve ister istemez hayırseverliği gerektirip Resmi Efendi ise yalnız minnettar olduğu kişinin değil kendi minneti altında bulunanların bile hayırseveri olmak derecesinde yüksek ahlak sahiplerinden idi.
Bir yalancı riyakâr ile riyaya inanıp rağbet eden kibar arasında en parlak bir örnek vermek lazım gelir ise işte yine Şehnaz ile Zekâyi’yi gösteririz. O ikiyüzlü dalkavuk, biçare Şehnaz Hanım’ın huzurunda kendisini şöyle güzel bulduğuna ve her hâline hayran olmak lazım geldiğine dair nice dilbazlıklar ettiği ve her sözünü zarafetin ta kendisi saydığı hâlde, bazı kere Hasna ile iki dakikacık kadar yalnız bulunabilmek fırsatı ele geçtikçe, “Acaba Şehnaz Hanım’a söylediğim sözlere kendisi gerçekten inanıyor mu? Hiç sizin kadar güzel bir kişi kendi karşısında iken kendi güzelliğine bu kadar mağrur olmalı mıdır? Zarafet zanneylediği arsızlıkların nasıl farkına varamıyor ki sizin güzel terbiyeniz, zekânız ve zarafetiniz, onun zevzekliğini, çılgınlığını ve âdeta terbiyesizliğini kendi gözünde bile kanıtlamalıdır!” gibi sözler ile Şehnaz’ı alaya alır ve küçümserdi.
Hâlbuki Şehnaz Hanımefendi, kendisine edilen ikiyüzlülüklerin ve yaltaklanmaların doğru olduğuna o kadar inanıyordu ki Zekâyi’ye olan duyguları âdeta muhabbet ve aşk derecelerine varıp, bazı kere bu sırrını Hasna’ya da açar ve Hasna’yı kendisine dost bildiği için değil, belki, “Bak, ne kadar güzel, nazik ve sevimli bir hanımefendi hazretleriyim ki Zekâyi Bey gibi güzel ve terbiyeli bir kibarzade bana âşık olmak derecelerinde davranışlar gösteriyor!” tavrıyla sohbetlerde bulunurdu. Hasna ise Zekâyi’nin kendi hakkında söylediği sözleri doğru olarak görmekte haklı iken bile o sözlerin hiçbirisine inanmayıp “Bunun gibi ikiyüzlü ve alçak bir herifin yaltaklık ve riyalarından Allah cümleyi esirgesin!” diye Cenab-ı