Hâlbuki dine ve felsefeye ait nitelikler benzetmeye müracaat edilmeden ifade edilebilseydi, bundan yalnız seçkin insanların haz alması ve insanların büyük çoğunluğunun mahrum kalması zaruri olurdu. Daha da ötesi benzetme özelliklerinden mahrum olan bir dinin yayılması da imkânsızdır. Böyle bir dinin yayılabilmesi için çok defa esas hakikatlerini kaybederek yabancı fikirlerle süslenmesi ve açıklanması gerekli olur.
Bazı özelliklerin ise sembolik işaretlerle ifade edilmesi lazım gelir. Zira bu özelliklerin ifşası yahut benzetmelerle ifadesi, hakikatlerin kaybedilmesine, dinin başka bir hâle dönüşmesine veya mahvolmasına sebep olur. Bir üçüncü nokta daha vardır ki dikkat nazarından uzak tutulmaması gerekir. Bir lisan ne kadar mükemmel olursa olsun yine de fikirlerin tamamını ifadeden acizdir. Kaldı ki her fikri bir kelime ile ifadeden başka çare olmadığından o fikri en uygun olan kelime ile ifade etmek zarureti meydana gelir. Fakat o kelimenin bilinen ve yaygın olan manasından fikrin bütün hakikatinin anlaşılacağı iddiası doğru olamaz. Fikri tamamıyla anlamak için “zevk, istidlal, müşahede” vesaire gibi şeyler gerekir.
Şimdi de şu söylediklerimizi misallerle açıklayalım. Tarih bize gösteriyor ki insanların büyük çoğunluğu, hangi asırda olursa olsun “sırf hakikat aşkına”, “Allah aşkı hürmetine” dindar olmamışlardır. Halik ve Rabb’e ibadet için maddi, manevi faydalar istemişlerdir. Zamanımızda da aynı hâlleri müşahede ediyoruz. Nimet ve mükâfata ihtiyaç hissetmeyerek, korkutucu şeyleri ve cezaları küçük görerek “Allah’ın kulu” olan insanlar, her dönemde pek sınırlı bir seçkin zümreden ibaret bulunmuştur.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak gönderildiği dönemde insanlığın hâllerini ve özellikle Arapların medeni seviyesini kendi bölümünde inceledik. Her müessirin bir eseri, her fiilin bir karşılığı, her hareketin bir neticesi vardır. Manevi bir fiilin de bir karşılığının olması tabiidir. Fiilin [yani bir faziletin] işlenmesinin yolunu göstermek nispeten kolaydır. Fakat bu faziletten kazanılacak semereyi aynı kelime ile aynı teşbih [benzetme] ile herkese aynı seviyede bildirmek mümkün olur mu? Asla! Bunun her kim aksini iddia ederse insan idrakindeki dereceleri, zevklerdeki farklılığı inkâr etmiş olur. Mesela bir bedeviyi ele alalım. Çöllerde, bol sular, ağaçlar ve çiçeklerden, iklim güzelliğinden mahrum olarak yaşayan, seviyece cahil, hayalce fakir, geçimce sefil bir adama, fazilete karşılık olarak verilecek mükâfat nasıl anlatılabilir?
Eğer ona bu hakikat, anlama ve kavrama yeteneğinin üstünde, vicdanının kapasitesinin ötesinde ifadeye kalkışılacak olursa hiçbir şey söylenmemiş olur. O adam, her hâlde bir mücadele ve mahrumiyet karşılığında işleyeceği fazilete vadedilmiş olan mükâfatı anlayıp kabul edemeyeceğinden fazileti işlemesi için de onun vicdanında hiçbir sebep kalmaz. Böyle bir adama şu önermeleri sırasıyla ileri sürsek acaba ne anlar?
1. “Cenabıhak, şekilden, arazdan37, cisimden, mekândan münezzeh ve yücedir.”
2. “Eğer faziletli olursan Allah’ın cemalini görmek gibi zevklerin en son derecesi ile mükâfat görürsün.”
Bu iki önermedeki açık tenakuz, en gelişmiş bir zihni bozacak kadar büyüktür. Şekilden, arazdan, cisimden, cisimlenmeden ve herhangi bir surete bürünmeden, mekândan, mekânda yer tutmaktan uzak olan Hakk’ı görmek keyfiyetini o basit dimağ bir türlü anlayamaz, hazmedemez, bundan dolayı faziletli olmaya karşılık hiçbir mükâfat göremez. Tıpkı kendisine: “Şu işi yap, gerçi sana ücret verilmeyecekse de hava ile karnını doyurmuş olacaksın.” denilmiş olur. Maksat da hasıl olmaz. Bunun içindir ki o adama, mükâfatı anlayacağı bir derece ile ifade etmek lazım gelir. Şimdi de o adama: “Eğer itaatli ve faziletli bir kul olursan bugün mahrum bulunduğun nimetlerin hepsine kat kat fazlasıyla kavuşmuş olacaksın.” dersek, faziletin mükâfatını onun anlayış derecesine göre ifade etmiş oluruz.
Şimdi de araştırıcı ve inceleyici olan okuyucunun hatırına bir soru gelebilir:
“Şu hâlde benzetmeler, hakikatte varlığı olmayan (ve yalnız halkın düşüncelerini tatmin ederek onları inandırmak için gelen) şeyler midir?”
Hayır. Her insan, saadeti kendi ruhi gücü, vicdani ihtiyaçları nispetinde anlayıp tasavvur edebilir. Bir ferde kendince saadet olmayan bir saadeti vermek, bir mükâfat değil, bir ceza verme ve azap sayılır. Bundan dolayı kudret sahibi Mevla, herkesin mükâfatını, zevk ve anlayışına göre ihsan etmelidir ki itaatli ve faziletli kula işlerinin karşılığını vermiş olsun. Demek ki anlayış dereceleri nasıl birbirinden farklı ise mükâfat dereceleri de öyle birbirinden farklı ve derece derece üstündür.
Şimdi de arkadan başka bir soru hatıra gelir:
“Basit bir ruhu memnun eden şu mükâfat, yüce ve âşık bir ruhu memnun edebilir mi?”
Hayır. Fakat İslam’da böyle bir ruh da aç kalmaz! Bu millette “müşahede [Allah’ın cemalini görme] zevkinden ve yüceliklerin müşahedesinden bir an mahrumluğu en büyük azap gören” büyük ruhlar sayısızdır. Basit bir adam, cennetteki ırmakların güzel güzel akışlarını, ilahi nimetlerin sayısız çokluğunu tasavvurla zevk duyarken olgunlaşmış bir adam, tecelli nehirlerinin ruh okşayıcı yayılışını, manevi nimetin zevkinin azametini müşahede eyleyerek kendinden geçer.
Bu değişik zevk safhalarını ifade eden kelime ve benzetmelere gelince: İşte burada sırf bilim ve dış görünüş bakımından araştırması çok zor olan bir durum karşısında bulunmaktayız. Müfessirlerin ve zahir ehli âlimlerimizin çoğunluğunun olduğu gibi bir eleştirmen dahi bu kelimeleri ve teşbihleri “aynen, tevilsiz ve ancak bir manada yahut bir mana manzumesinde” kabul etmeye meyleder. İslami kelime ve terimlerin yerli yerine konulmuş manası gereğince batına ve ledünne [ilahi sırlara] ait olanları ‘ifşaat-ı Muhammediye’den [Peygamber Efendimiz’in herkese açtığı şeyler] değil, ‘emanat-ı Muhammediye’dendir [Peygamber Efendimiz’in ancak emin kimselere açtığı sırlar]. Bu emanetleri taşıyanlar o manaların hepsini, teşbihler ve rumuzlar kısmını bilirler. Fakat bu bilişler, bir ihtisas dairesinde kalmış, halkın bildiği, kabul ve teslim ettiği şeyler olamamıştır. Bundan dolayı bu kelimeler ve terimler, yalnız maddi ve dış görünüş manasında yayılıp genelleşmiştir. Fakat İslam’ın büyüklüğü, Muhammedî yüce hikmet, harikalar gösteren bütün üstünlükleriyle bu gizli kalan cihetlerde gömülüdür. Şurası da düşünmeye layıktır ki maddi ve dış görünüşe ait manasıyla anlayış derecelerinden bir kısmını doyurabilen kelimeler, ledünne ait manasında da aynı hâletin hakiki nezih mertebesini ifade ediyor. Mesela üzüm… Cennette üzüm var. Bu üzümü basit bir ruh, bildiği üzümlerin bin kat daha nefisi olarak, yine bir meyve türü olarak düşünürken hikmet sahibi olan hakim bir ruh, üzümle teşbih edilen zevk hâlinin “hakikate kavuşma” olduğunu bilir.
İşte İslam’da ne kadar kelimeler ve terimler varsa hep bu suretle tahlil ve inceleme nazarına alınmaları gerekir.
Cennet, cehennem, sırat, melek, dünya, ahiret, vahiy, mizan, arş, kürsi, levh-i mahfuz vesaire gibi manevi ve itikadi niteliklere dair olan kelimeleri hep bu şekilde düşünmek gerekir.
2. İttisal (Kulun Allah’la Buluşması) İmkanı
Peygamberlik niteliğini dahi tenkit terazisinde tartmadan önce, HaIik (Yaradan) hakkında esasa ait bir fikir edinmek lazım gelir. Bilimle ilgilenenleri, bilimci geçinenleri en çok korkutan, peygamberlik konusudur. Bir kısmı böyle bir konuyu bilim dairesinin tamamen dışında buluyor. Diğerleri,