Murat, şiirle ve tasavvufla da -kalabalığa uymak, halka hoş görünmek için- uğraşırdı. O sebeple hakiki ve mecazi aşklar hakkında hayli şey biliyordu. Lakin aşkın, o güne kadar bu derece güzel bir ağızla tarif olunduğuna şahit olmamış, hele rüsvaylıktan ibaret olmak üzere tanıtılan aşkın bütün insanları koynuna alabilecek kudrette bir din olarak da kabul olunacağını duymamıştı. Cafer’in yaptığı kuvvetli tercümeden derin surette heyecanlandığı için Bafa’nın cevabını küçük boylu tercümana bir daha ve bir daha tekrarlattı, sonra derin derin düşünmeye koyuldu.
Yaşı küçük, buluşları -kıymetçe- pek büyük olan şu Venedik dilberi, onun en hassas tarafını işte yakalamıştı. Çünkü o, fâni hayatta, aşktan başka ruhu alakalandıracak bir zevk bulunmadığına inanırdı. Aşk, bu genç şehzade için yegâne hakikat olup ondan gayri her şey, her düşünce, her iman sarih birer yalandan ibaretti. Aşk, güneşe ve başka zevkler birer yıldıza benzerdi. Nur ve hayat güneşteydi, ötekiler -hakikatte mevcut olmayan- sahte birer ışık içinde, yalancı bir varlık taşıyorlardı, güneş olmasa ay ve o milyon milyon yıldız nasıl bir hiç olup kalırsa aşkın yokluğu hâlinde, bütün beşerî zevklerin de sıfıra münkalip olması muhakkaktı.
Şimdi o hakikate, yani aşkın beşerî hayatta tek “varlık” oluşuna ve var görünen başka hâletlerin aşka bağlı birer basit tecelliden, denizdeki köpükler gibi hem var hem yok sayılacak şeylerden ibaret olduğuna on kat, yirmi kat çoğalmış bir imanla inanıyordu. Çünkü Bafa, aşkın azametini kabul ediyordu. Ve her idrake kolay kolay sığmayan o azamet, bu güzel ağızda maddeleşmiş, nurani bir hakikat oluyordu.
Fakat aşk, tende can, çiçekte ıtır gibi sezilip de tarif olunamayan ilahi sırlardan, samedanî muammalardandı. Taalluk ettiği ruhu kemale ulaştırmakla beraber, o ruhun mahfazası olan bedeni ekseriya alil eder, zelil eder. İdrake, cila, kalbe garip bir istiğna verdiği hâlde, ışığına layık gördüğü kimseleri hemen hemen daima, derbederliğe sürükler, sefil eder. Böyle her kudretten üstün bir kudreti kavramak hünerdi, din olarak tarif etmek marifetti. Bafa, işte bu hüneri ve bu marifeti de gösteriyordu. Duygu ve sezgi bakımından çok olgunlaşmış olduğunu ispat ediyordu.
Murat, bizzat aşk kadar güzel olan kızın, bu pek yüksek hassasiyeti karşısında basit bir ruh, kalp bir kalıp gibi görünmek istemedi, aşk dininin “hak” olduğuna çok iman ettiğini göstermek gayretine düştü, daha doğrusu cezbeye kapıldı, yerinden fırladı:
“Güzel kız, güzel kız!” dedi. “Aşkın din olduğunu ilk sezenler biziz hatta o din için dört değil, belki dört yüz İncil de yazmışız. Şu okuyacağım ayetler de o İncillerin birinden alınmıştır.”
Ve biraz durdu, Bafa’nın gözlerine bakarak heyecanını alabildiğine kuvvetlendirdikten sonra, tazarruat sahibi Sinan Paşa’dan şu mensur şiirleri okumaya başladı:
“Dünya gariptir. Kedi gibi doğurduğunu kendi yer. Köpek gibi yaltaklandığını ısırır. Dünya kiminle ahdetti de yine bozmadı? Kiminle akdetti de yine çözmedi? Kimdir ki bu âlemin revacını kesatsız, salahını fesatsız, yükselişini inişsiz, inişini yokuşsuz, sulhünü cidalsiz, devletini zevalsiz, ferahını belasız, sevincini mihnetsiz ve iptalasız, bekasını fenasız, gınasını inasız, nimetini gamsız, lezzetini elemsiz, şerbetini zehirsiz, lütfunu kahırsız, azizini mezelletsiz, bahtiyarını zilletsiz, vuslatını firaksız, dostluğunu nifaksız görmüş ola?”
“Bu bir evdir ki, imaretleri harap, emelleri nayap, izzetleri tahkir, tazimleri tasgir olan afetler arası, beliyyeler menzilidir. Her kim ki cihan kâsesinden hayat şerbeti içti, akıbet ölüm humarı görse gerektir. Her kim ki zaman bostanından rahat gülü kokladı, elbet diken yarası çekecektir. Hangi ikbal ağacıdır ki ecel anı bimecal etmemiştir? Hangi cemal bağının çiçeğidir ki ölüm hazanı onu yere düşürmemiştir? Hangi nakış vardır ki hadisat tufanı içinde kaybolmuş bulunmasın? Hangi güzel yüzdür ki çer çöp arasına karışmış olmasın? Nice şehriyarların, sarıkları vardır ki bir gün düşüp boyunlarını anınla bağladılar. Nice padişahların izzet kemerleri vardı ki ansızın esir olduklarında onları kendi bellerine zincir eylediler. Nice bahadırlar olur ki kılıçlarıyla gerdanları çelinir, nice akil müdebbirler olur ki tedbirlerde haneleri yıkılır.
Dünya hâli böyle gelmiştir; gelen gider. Ecel ejderhası böyle doğmuştur: Karşısında bulduğunu yer. Dünyanın zehri tiryak ile ıslah olmaz. Yarası ilaç ile felah bulmaz. Dünya şarabına gurur, seraba aldanmaya benzer. Sıhhat hoş nimet idi. Ardından dert gelmese. Yiğitlik güzel ziynet idi: İhtiyarlık gelip onu yıpratmasa. Yâr vuslatı hoş safa idi: Firkati olmasa. Mecazi aşk da tatlıydı: Eğer zeval bulmasa.”
“Cehanın yok imiş çünkü sebatı – getir, saki meya abi hayatı – ne hoştur hali şul meczubı aşkın – çöpe saymaz vücudu kâinatı – temennayı hayat etme sen ey can – hayat anla hakikatte me-matı!”
Cüceler nasıl tercüme edeceklerini kavrayamadıkları bu heyecan şelalesi altında biraz daha küçülürlerken Bafa, sırmalı bir kadife yastığa yanını vermiş, başını bir eline dayayarak şehzadeyi seyre girişmişti. Onun, bu durumunda, oyuncağını kapıp koyuvermiş bir çocuk neşesi vardı. Şehzadenin cezbeye tutulduğunu, heyecan ifratından şuurunu -bir an için- kaybettiğini ve onu bu hâle koyan kuvvetin de kendi güzelliğinden ibaret bulunduğunu anlıyordu. Fakat gururla karışık olan bu neşe içinde, derin derin mülahazalar hatta heyecanlar da geçirmekten geri kalmıyordu. Çünkü şehzadenin meçhul bir dille haykırdığı sözlerden yüreğine müphem fakat sürekli hazlar dökülüyordu. Hissine mağlup delikanlı, aynı zamanda, gözüne çok güzel görünüyordu ve bu görünüş de yüreğine ayrı bir tat döküyor gibiydi.
Onun söylediğini anlamamakla beraber, aşk mevzusundan böyle heyecanlandığını biliyordu hatta aşktan bahsettiğini de hissediyordu. Çünkü vakur ve mağrur bir Osmanlı prensini ancak o mevzu ve ancak bir güzel kadın, böyle mecnuna çevirebilirdi, deli deli söyletirdi. Onları başka bir kuvvetin gururdan, kayıtsızlıktan çekip çıkarması kolay değildi.
Bafa, işte bu düşüncelerle ve bayıltkan bir mahlut hâlinde yüreğini kaplayan çeşitli tatların tazyiki ile hülyaları bir an yaşarken Şehzade Murat, her iki cüceyi yanına çekti, ağlar gibi görünen fakat pek kuvvetli akseden bir sesle onlara anlatmaya koyuldu:
“Aşktan anlayanların hayatı nasıl telakki ettiklerini söyledim, şimdi o olgun insanların aşkı da nasıl anladıklarını söyleyeceğim, kulağınızı iyi açın: ‘Aşk, eşi olmayan bir cevherdir: Anın vasfı emsal ile denilmez; aşk, yakası açılmamış bir sırdır: Anın tasviri misal ile bilinmez: Aşıkların dili altında sözler vardır ki dudak ona mahrem olmaz. Aşk ehlinin, göğüsleri içre nefesler vardır ki dem ana hemdem olmaz. Aşk, bir zahirdir ki örtülmez. Aşk, bir sırdır ki açılmaz. Aşkın kimseyle kârı olmaz. Aşk aynası jengarî olmaz. Aşk, serazadeleri bende eder. Aşk, başları yüksekte duranları, efkende eder. Aşk, efsane ve efsun değildir. Aşk sanatı herdun değildir. Her aşk davası eden âşık olmaz, her muhabbetten dem vuran sadık olmaz. Aşk bir kimyadır, anın madeni can olur. Aşk bir cevherdir, anın mekânı kan olur. Aşk bir zevktir, anın da başka bir dili var. Aşk, bir şevktir, anın da ayrı ehli var. Aşk, bir coşuştur, anın da şeydaları var. Aşk, bir taşıştır, anın da deryaları var. Her gönül ki aşka hane ola: Bela okuna nişane olur ve her gönül ki muhabbete makam ola. Mihnet anda müdam olur.’ ”
Ve birden Bafa’nın yanına koştu, iki elini yakaladı.
“Sen, sen…” dedi. “Benim için hüdasın. Gönül bağını lütfun