Şehzade efendimiz, avcı kadıyı da köpeğini de beğenmişlerdi ve hemen emir vermişlerdi:
‘Efendi bundan böyle dairemiz halkındandır. Sarayda odası olacak ve bizden ayrılmayacaktır.’
O gün, bugün Kadı Üveys bizimledir. Bir hafta kadar oluyor, devletlu şehzadenin iltiması üzerine şevketlu hünkârın fermanı geldi, kadı eskisi hoca, dairenin defterdarı oldu.”
Ve sesini biraz daha kısarak ilave etti:
“Size de malumdur ki şehzade katında defterdar olanlar, devletin, başdefterdarlığına kendilerini nişanlamış sayılırlar. Onun için Kadı Üveys biraz ağırlaştı. Fakat halvet âleminde kürkü ters giymekten, kafayı çekip raksa kalkmaktan geri kalmaz.”
Kara Mehmet sustu, fazla gevezelik ettiğine zahip olarak biraz da korktu. Bununla beraber yakasını kurtaramadı. Çünkü Deli Cafer yine sormuştu:
“Dışarıda yahut içeride daha kimlerin borusu ötüyor?”
“Ben gelmeden önce devletlu şehzadenin hocası öldüğünden Hasan Canoğlu Hoca Sadettin’i İstanbul’dan hoca yaptılar. Devletlu şehzade ona çok saygı gösteriyor. Hoca da şaka bilmez, kimseden perva etmez bir yaman kişi. Ben anlamam ama anlayanlar onun bilgisini derin, kalemini hançer gibi keskin buluyorlar.”
“Başka?”
“Haremde de Raziye Hatun var. Kendisi kâhya kadındır. Sarayın haremine de selamlığına da hükmü geçer. Şeyh Şüca, onun emriyle oturup kalktığı gibi Kadı Üveysler, hazinedarlar, imrahorlar ve herkes sayar. Daha doğrusu şerrinden korkar. Çünkü şehzade hazretleri, onun her dileğini yerine getirir.”
Bu isticvap belki biraz daha sürecekti. Fakat oda kapısı ansızın açıldı, içeriye sellemehüsselam bir harem ağası girdi, kendine mahsus şiveyle bir irade tebliğ etti:
“Şehzade efendimiz ferman buyuruyorlar, yeni gelen halayığın oyuncaklarını istiyorlar.”
Cüce Nasuh ve Cafer Ağalar da o odadaydılar. Yan yana büzülüp uyku kestiriyordular. Kara Kadı’nın biraz yüksek sesle “Yavrular, uyanın!” demesi üzerine yerlerinden sıçradılar, “Lebbeyk, lebbeyk!” diye korsanların karşısına dikildiler. Kara Kadı, şefkatli bir baba elemiyle içini çekti.
“Eh…” dedi. “Kader yerini buluyor, ayrılmamız lazım geliyor. Şimdi devletlu şehzadeden emir geldi. Hareme, Bafa’nın yanına gideceksiniz. Artık oradan ayrılmak yok. Bahtınız Bafa’nın bahtına, şehzadenin de keyfine bağlı, gözünüzü dört açın, kendinizi sevdirin, şımarıklık yapmayın, etliye sütlüye karışmayın.”
Kara Mehmet, o sırada yavaşça sıvışmış, ağaların yanından uzaklaşmıştı. Deli Cafer onun, haremden gelen ağadan korktuğunu sezdi ve kaçışının farkında olmamış gibi davrandı. Aynı zamanda cücelere yapılan öğütleri de fazla buldu:
“Yeter kardeş…” dedi. “Yeter! Nasuh da Cafer de akıllı kişilerdir. Başlarına konan devlet kuşunun elbette kıymetini bilirler, alıklık edip o kuşu kaçırmazlar. Sen boş lafı koy da kendileriyle helalleş.”
Cüceler de Kara Kadı da samimi bir teessür içinde öpüştüler, koklaştılar. İhtiyar korsan yere çömelmek suretiyle bu musafahayı mümkün kılmıştı. Fakat Deli Cafer onun gibi davranmadı. Minimini dostlarının ikisini birden kucağına aldı, yüzlerini gözlerini öptü ve kendi yüzünü de onlara öptürdü, sonra kendilerini yere bıraktı:
“Haydi…” dedi. “Uğurlar olsun!”
Yalnız kalınca kaşlarını çatmışlardı, birbirlerine küsmüşler gibi birer köşeye çekilip somurtmuşlardı. Önlerine sofra kurulurken, yemek yenirken hatta yataklar serilirken, bu çatık kaşlılık devam ediyordu. Ancak yatağa girecekleri sırada vaziyetleri değişti, başlar yan yana geldi ve Deli Cafer, arkadaşına fısıldadı:
“Başımızdan büyük bir iş gördük. Tekkesiz şeyhlere, mahkemesiz kadılara sakalını kaptırmış bir devletluya kız armağanladık. Üstelik cüceleri de elden çıkardık. Niçin, neden?..”
Kara Kadı, derin derin ahladı, pufladı:
“Niçini, nedeni var mı ya, Venedikli kıza tutulduk, aynaya bakınca da utandık. Onu unutmak, unutabilmek için çare aradık, kendisini bir daha açamayacağımız, içine bakamayacağımız bir mezara gömmeye karar verdik. Şimdi o mezarın eşiğinde işlediğimiz suçun ağırlığını duyup bunalıyoruz. Fakat tahammül gerek!”
“Ya cüceler?”
“Onlar, kendi dileğimizle saray denilen ışıklı mezara gömdüğümüz kızın yoluna feda ettiğimiz kurbanlardır. Haydi, sus. Ebkem ol!”
III
ÇIRA GİBİ TUTUŞAN GÖNÜL!
Harem halkı -güllere, zambaklara, karanfillere el sürmeyi zül sayan, en güzel kızlara ayağını öptürdükten sonra lütfen yanağını uzatan- şehzade hazretlerinin bir kadınla el ele ve güle güle geldiğini görünce hayretten parmaklarını ısırmaya koyulmuşlardı. Gece yarısından sonra olsa efendilerinin fazla içtiğine ve ne yaptığını bilmediğine hükmedip şu hâlini hoş göreceklerdi. Fakat daha gün batmadan onun böyle küçükleşmesini havsalalarına sığdıramadıklarından şaşkın tavuğa dönmüşlerdi, bulundukları yerde kalakalıvermişlerdi.
Onların, o dizi dizi ve düzine düzine kızların, kadınların, harem ağalarının idraklerini altüst eden bu hadise aynı zamanda zavallıları kıskançlık ateşine atmıştı. Şehzadenin güpegündüz bir kızla sarmaş dolaş oluşunu -çünkü bu zavallılar bir erkeğin bir kadına el vermesini sarılıp oynaşmaktan farksız görürlerdi- değil, bir kızın şehzadeye hâkimiyet ihsas eden bir durum taşımasını kıskanıyorlardı. Harem ağaları da bu kıskançlıkta müşterekti. Zira şehzadenin bütün dünya kadınlarıyla sevişmesini terviç eden hatta gerekli bulan bu zavallılar aynı adamın tek bir kadın tarafından zebun edilmesine tahammül edemezlerdi ve efendilerinin ancak kendi nüfuzları altında yaşamasını isterlerdi. Şimdi bir kadının saadetlu şehzadeyi meclup etmiş gibi göründüğüne şahit oluyorlar ve için için kuduruyorlardı.
Bu, ilk tahassüsler idi. Bir lahza sonra duygular büsbütün mahlut bir hâle geldi. Çünkü şehzade tarafından sürüklendiği hâlde şehzadeyi ardında sürüklüyormuş hissini uyandıran kızın güzelliği de sersemleşmiş, şaşılaşmış gözlere çarptı ve yürekler bir daha sızladı. Şimdi şehzadenin küçükleşmesiyle ilgilenmiyorlar, bir kızın kendilerinden üstün tutulmasına içleniyorlardı. Ka’bına varılmaz bir güzelliğin ışığı içinde derin ve ızdıraplı bir hayret dakikası geçiriyorlardı.
Göklerde uçtuğuna inanan Şehzade Murat bir ayak önce son menzile ulaşmak azminde, iştiyakında idi. Kamaşmış gözler, yanık yürekler arasından süzülüp geçiyor, Bafa’yı da beraber uçuruyordu. Fânilerle münasebetli ve fânilerle ihtiyacı olduğunu ancak kendi dairesi önünde hatırladı, sabırsızlığını hissettire hissettire duraladı, halayık ve köle kümelerine başını çevirip haykırdı:
“Kâhya hatun nerede? Tiz yanıma gelsin!”
Ve dairesinin esrarlı boşluğuna dalar dalmaz Bafa’yı belinden yakalamak, doymaz bir iştiha ile sevip okşamak istedi. Şeyh Şüca’nın odasında içine düşen ihtiras kıvılcımı, kızın parmaklarından sızan ateşle beslene beslene üç beş dakika içinde yaman bir yangına münkalip olmuştu ve acıktığı yerde sofrayı kurdurmaya, susadığı yerde pınarları akıtmaya alışkın olan genç prensin iradesi bu yangında yanıp kül olduğundan işte bu hamleyi yapmıştı.
Tanrı’nın