Ama ben, tamamen kendimi mahvetmek üzere doğmuş olan bir kişiydim, zamanında babamın vermiş olduğu nasihatleri dinlemeyerek kendimi sadece boş bir hevesten ibaret olan bir maceranın kollarına bıraktığım gibi, bu teklife de karşı koyacak iradeyi gösteremedim. Kısaca belirtmem gerekirse, yokluğumda arazilerime bakmayı ve başıma bir iş gelecek olursa topraklarımı onlara vermiş olduğum talimatlar doğrultusunda ilerletmeye devam etmeyi kabul edecek olurlarsa tüm kalbimle bu yolculuğa çıkmaya hazır olduğumu söyledim. Bunların hepsini kesinlikle yapacaklarına söz verdiler ve hatta bu konuda yazılı olarak bir sözleşme bile hazırladılar. Şayet ölecek olursam, geride kalan mal varlığımı mirasçım olarak hayatımı kurtaran geminin kaptanına bıraktığımı belirttiğim bir vasiyetname hazırladım ve mallarımın yarısını kendisi için almasını ve diğer yarısını da İngiltere’ye göndermesini istediğimi yazdım.
Kısacası, başıma bir iş gelecek olursa çiftliğimin menfaatlerinin korunması ve üretimin devam etmesini sağlamak adına mümkün olabilecek tüm önlemleri almıştım. Çiftliğime ve mal varlığıma karşı göstermiş olduğum ihtiyatlı davranışın yarısını kendi menfaatlerimi korumak için göstermiş ve yapmamam gereken ve yapmam gerekenler konusunda gerektiği gibi doğru kararları alabilmiş olsaydım, bu denli başarılı yürütmüş olduğum işimi bir hiç uğruna geride bırakarak böylesine bir deniz yolculuğuna çıkmazdım. Başıma gelebilecek onca talihsizliği ve denizde karşılaşabileceğim tüm tehlikeleri göze almamış olurdum.
Ancak bu yolculuğu yapmayı kafama koymuştum bir kere ve mantığımı dinlemek yerine yine körü körüne hayallerimin peşinden koşmaya başlamıştım. Böylece yola çıkacak geminin hazırlıkları tamamlanmış, yükleme bitmiş, yapmış olduğumuz antlaşma doğrultusunda her şey ortaklarım tarafından sağlanmıştı. Sonunda, 1 Eylül 1659 tarihinde, uğursuz bir saatte, bir zamanlar anne ve babama karşı isyankâr davranışlar gösterip, büyük bir aptallık yaparak hiç uğruna Hull’den çıkmış olduğum yolculuğun yıl dönümünde, yeniden denizlere açılmak için gemiye bindim.
Gemimiz yaklaşık olarak yüz yirmi ton ağırlıktaydı, gemide benim dışımda, altı top ve on dört denizcinin yanı sıra kaptan, kaptanın uşağı yerlerini almıştı. Boncuk, camdan malzemeler, mermiler ve diğer ufak tefek parçalar ve özellikle zencilerle yapacağımız ticarette kullanılmak üzere küçük aynalar, bıçaklar, makaslar ve baltaların haricinde gemide başka büyük yükümüz yoktu.
Gemiye bindiğim gün yola çıktık, yelkenler fora edilip bulunduğumuz kıyıdan kuzeye doğru yol almaya başladık, Afrika sahilleri bulunduğumuz konumdan on ila on iki derece kuzey enlemlerinden geçiyordu. St. Augustino Burnu açıklarına ulaşana dek hava çok güzeldi, ancak ilerlediğimiz kıyı şeridi boyunca sıcaklık giderek artarak bunaltıcı seviyeye ulaşmıştı. Burunu geçtikten sonra kıyıdan uzaklaşarak, kısa süre sonra kara manzaramızı tamamen kaybettik ve Fernando de Noronho Adası’na doğru yönümüzü doğuya yönelterek, poyraz rüzgârını arkamıza aldık. Bu rota üzerinde on iki gün boyunca ilerleyerek Ekvator’u geçtik ve son gözlemlerimize göre yedi derece yirmi iki dakika kuzey enleminde yolumuza devam ettiğimiz sırada birden kendimizi şiddetli bir kasırga ve fırtınanın içinde bulduk. Fırtına ilk olarak güneydoğu yönünden patlak verdi, sonra yönünü değiştirip kuzeybatıya yöneldi ve en sonunda kuzeydoğu yönünde poyraza dönüştü. O kadar korkunç bir fırtınaydı ki, on iki gün boyunca kendimizi şiddetli rüzgârın kollarına bırakmaktan, kaderimizi fırtınayı yönlendiren azgın rüzgârın sürüklemesine izin vermekten başka hiçbir şey yapamadık. Geçen on iki gün boyunca sürekli olarak denizin bizi yutup yok edeceğini düşünmekten başka hiçbir şey yapamadığımı söylemem sanırım gereksiz olacaktır, aslında o anda gemide hiç kimse hayatını bile kurtarabilmeyi beklemiyordu.
Fırtınanın dehşetinin yanı sıra, yaşamış olduğumuz korku ve düşmüş olduğumuz umutsuzluktan dolayı adamlarımızdan biri beyin hummasından ölmüş, başka bir adamımız ve kamarot da denize düşerek kaybolmuştu. On ikinci gün hava biraz olsun sakinleşmeye başlamıştı, kaptan elinden geldiğince bulunduğumuz konumu gözlemlemeye çalıştı ve on bir derece kuzey enlemi civarlarında bulunduğumuzu, ancak St. Augustino Burnu’nun yirmi iki boylam derecesi batısında olduğumuzu tespit etti. Böylece Guiana sahilleri ya da Brezilya’nın kuzey kısmında, Amazon Nehri’nin ötesinde genellikle büyük nehir olarak adlandırılan Orinoco Nehri’nin doğusunda olduğumuzu anladı. Fırtına yüzünden gemimiz fazlasıyla hırpalanmış ve bazı kısımlarından su almaya başlamıştı, kaptan bu konuda ne yapması gerektiğini bana danışıyordu, onun fikrine göre doğrudan Brezilya kıyılarına geri dönmek en mantıklı yol olacaktı.
Bense buna tamamen karşıydım, birlikte Amerika kıyılarını inceleyerek Karayip Adaları’nın çemberine girene kadar sığınabileceğimiz herhangi bir yerleşim yerinin olmadığı sonucuna vardık, böylece sonunda konumumuzdan fazlasıyla uzaklaşarak Meksika Körfezi ya da koylarına doğru sürüklenmemek için Barbados’a doğru açılmaya karar verdik. Nasıl olsa hem kendi ihtiyaçlarımızı, hem de gemimizin bazı eksikliklerini tamamlayamadan Afrika kıyılarına doğru yolculuk yapmamız mümkün değildi ve yaklaşık on beş gün boyunca yelkenlerimiz sayesinde bu yolu kolayca aşabilirdik.
Böylece rotamızı değiştirdik ve batıdan yönümüzü rahatlayacağımızı umduğumuz bazı İngiliz adalarına ulaşmak için doğuya yönelttik. Ancak yolculuğumuz hiç de umduğumuz gibi devam etmedi; on iki derece on sekiz dakika enlemi üzerine geldiğimizde, bizi doğrudan batıya doğru sürükleyen ikinci bir fırtına patlak verdi ve bu fırtına bizi öylesine uzak toprakların bulunduğu kıyılara sürükledi ki denizden kendimizi kurtarabilsek bile vahşilere yem olma ve bir daha asla ülkemize geri dönememe tehlikesiyle karşı karşıya kaldık.
Bütün bu sıkıntılarla boğuştuğumuz sırada, rüzgâr sanki bize inat çok daha kuvvetli esmeye devam ediyordu, bir sabah erken saatlerde adamlarımızdan birinin “Kara!” diye bağırdığını duyduk ve daha dünyanın neresine sürüklenmiş olduğumuzu görebilmek üzere kamaradan dışarı çıkamadan, gemi bir kum tepesine çarparak aniden hareketsiz kaldı. Dalgalar öylesine şiddetli üzerimize boşalıyordu ki, kısa süre içerisinde hepimiz yok olacağımızı düşünmeye başlamıştık. Denizin köpüren ve kamçı gibi üzerimize çarpan sularından korunabilmek için hepimiz olduğumuz yerde bulabileceğimiz en korunaklı yerlere sığındık.
Bu gibi durumlarla hiç karşılaşmamış birisine, yaşanılan acımasızlığı tanımlamak ya da böyle bir felaketi anlatabilmek hiç de kolay değildir. Nerede olduğumuzu ya da hangi topraklara doğru sürüklendiğimizi ve sürüklendiğimiz kara parçasında insan ya da bir yerleşim yeri olup olmadığını hiç bilmiyorduk. Korkunç rüzgârın etkisi biraz olsun hafiflemiş olsa da sarsılmamıza neden oluyordu ve eğer hemen bir mucize gerçekleşerek rüzgârın yönü değişmediği müddetce, geminin parçalanmadan daha uzun süre bu fırtınaya dayanabileceğini düşünmüyorduk. Kısacası hepimiz birbirimize bakarak her an ölümü bekleyen insanlar gibi başka bir dünyaya geçmek için bekliyorduk. Çünkü kendimizi düşmüş olduğumuz bu durumdan kurtarabileceğimiz ya çok az şey kamıştı ya da hiçbir şey kalmamış gibi görünüyordu. Şimdi tek tesellimiz ve biraz olsun rahatlamamızı sağlayan tek şey geminin henüz parçalanmamış olması ve kaptanın rüzgârın hızının yavaş da olsa azalmaya başladığını söylemesiydi.
Rüzgâr