Daniel Defoe, edebiyat alanında en büyük ününü 1719’da ya yımlanan Robinson Crusoe adlı eseriyle sağladı. Bu ölümsüz ro manda Defoe, medenî bir adamın elinde hiç bir araç olmaksızın, doğa ile karşı karşıya kalıp onunla mücadelesini anlatmıştır. Robinson Crusoe adında bir İngiliz denizcisinin başından geçenlere dayanan bu kitap, Dünya Klasikleri arasına girmiştir.
Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.
Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).
I.BÖLÜM
HAYATA BAŞLAMAK
1632 yılında, York şehrinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim, ailem oralı değildi, babam Hull’a yerleşen ve aslen Bremenli olan ilk yabancılardan biriydi. Alım satım işleri sayesinde çok iyi kazanç sağlamış ve sonrasında ticareti bırakarak York’ta yaşamaya başlamıştı. O zamandan itibaren ilişkilerini daha da geliştirerek ülkenin ileri gelen ailelerinden biri olan Robinson ailesinin kızıyla evlenmişti, böylece ben de Robinson Kreutznaer ismini almıştım; ancak İngiltere’de herkes kelimelerin olağan söylenişini değiştirme alışkanlığına sahip olduğundan, çevremizdeki dostlarımız bizi Crusoe olarak anmaya başlamış ve böylece hepimiz Crusoe ismini benimsemiştik.
Eskiden ünlü Albay Lockhart tarafından komuta edilen Flanders’te, İngiliz ordusunda yarbay ve albay olarak görev yapan ve Dunkirk yakınlarındaki İspanyollara karşı yapılan savaşta şehit düşen iki erkek kardeşim vardı. İkinci kardeşim hakkında hiçbir zaman çok fazla bilgim olmadı, ailem benim başıma gelen hadiselerden ne kadar haberdarsa onun hakkında ben de ancak okadar bilgi sahibiydim.
Ailenin üçüncü oğlu olan ben, ticaretle ilgili hiçbir işe ilgim ve isteğim olmadığından, aklı bir karış havada, avare düşüncelere sahip bir genç olarak yetiştim. Çok yaşlı olan babam, elinden geldiğince beni bulunduğumuz bölgedeki okulların verebildiği seviyede evde eğitim vererek yetiştirmiş, gelecekte bir hukukçu olmamı planlayarak bu konuda desteğini benden hiç esirgememişti. Ancak o dönemlerde benim aklım fikrim sadece denizlerde dolaşmaktaydı; bu yaşam tarzını o kadar çok istiyordum ki, sonunda babamın tüm emirlerine, annemin ve diğer arkadaşlarımın tüm entrika ve nasihatlerine karşı çıkmak pahasına özlem duyduğum ve ileride kaderimin başıma açacağı sıkıntılardan tamamen bihaber hâlde hayatımı sonsuz denizlerin maviliklerine adadım.
Kalender ve bilge bir adam olan babam, benim bu konuda kararlılığımı görünce bana ciddi olduğu kadar önemli uyarılarda da bulundu. Bir sabah beni, çok uzun süredir çektiği damla hastalığından dolayı odasına çağırdı ve bana bu konuda çok samimi nasihatler verdi. Bana ticaret hayatına atılacak olursam çok rahatça varlıklı bir insan olabileceğimi, böylece rahat ve mutlu bir hayat sürebileceğimi söyledi. Baba evini, memleketimi terk edip avare bir şekilde denizlerde dolaşarak kendime nasıl bir gelecek hazırlamayı düşündüğümü sordu. Böyle bir hayatı seçen kişilerin ya çok umutsuz ya da çok zengin kişilere mahsus bir yaşam tarzına sahip olduklarını, zenginlerin kendilerine macera aramak, çeşitli işler yaparak servetlerine servet katmak, ün kazanmak için yabancı ülkelere seyahat eden kişiler olduklarını benim durumumun ise iki olasılığın ortasında olduğunu; orta hâlli bir yaşam tarzımız olduğundan rahatça mutlu olabileceğimizi, yaşanılacak tüm sıkıntılara göğüs gerebilecek durumda olduğumu, konumumuz sayesinde yüksek tabakanın kibrinden ve açgözlülüğünden de uzak durabileceğimizi ve kimse tarafından kıskanılacak bir yaşam şeklimizin olmadığını anlattı.
Bana bu memlekette orta hâlli yaşam süren bir kişinin imrenilecek durumda olduğunu, kralların bile sık sık devletin büyük işleriyle ilgilenmek zorunda kaldığından dolayı çoğunlukla yakındıklarını, aslında her zaman aşağı tabaka ve üst tabaka arasında bir yaşam sürmeyi özlediklerini; böyle bir yaşam sürmenin ne kadar mutluluk verici bir durum olduğunu anlayabilecek yaşa geldiğimi, bilge adamların yoksulluktan da, zenginlikten de korunmak için Tanrı’ya yakardıklarını, orta hâlli bir yaşamın onların mutluluk ölçütü olduğunu ifade etti.
Bana bu durumu bizzat kendim gözlemlemem için öneride bulundu ve onun bahsettikleri doğrultusunda yapmış olduğum gözlemlerime göre hayatın felaketlerinin daima insanlığın aşağı ve üst tabakaları arasında gerçekleştiğini, ancak orta tabakanın böylesi mağduriyetlere çok fazla maruz kalmadığını fark ettim. Hayır, gerçekten de orta tabakadaki insanlar kesinlikle ne aşağı tabakanın, toplumun onların üzerine uyguladığı ezici baskıdan yorgun düşmüş, yeterli kazancı olmadığından dolayı yaşamış olduğu sefil hayatın sıkıntılarını çekmek zorunda kalıyorlardı ne de bedensel ya da zihinsel olarak fazlasıyla kısır bir hayat sürmelerine rağmen, aşırı lüks ve savurganlıkla zorunlu olarak üst tabakada sürekli kendilerini göstermek için sıkıcı bir mücadelenin içine girmek zorunda kalıyorlardı. Orta tabakada yaşam süren insanların hepsi her tür erdem ve sevinci bir arada sağlayabilecek niteliği taşıyordu. Tüm huzur, bolluk, ılımlılık, sükûnet, sağlık, toplum bağları, yaşanabilecek her türlü güzel eğlence ortamı ve tüm arzu edilen zevklerin hepsi aslında orta tabaka yaşayışa lütfedilmiş olan muazzam bir armağan niteliğindeydi. Bu şekilde yaşam süren insanlar, sessiz ve sorunsuz bir şekilde kendi huzurlu dünyalarında yaşama olanağı bulabiliyor, yapmış oldukları işler için utanmıyor ya da bir lokma ekmek için kimsenin kölesi olmuyorlardı ya da görkemli ve zengin hayatların içinde yaşanan tehlikeli kıskançlık duyguları, büyük şeylere karşı gizliden gizliye duyulan habis tutkular ya da entrikaların arasında kendilerini yiyip bitirmiyorlardı. Orta hâlli yaşam süren insanların en büyük avantajı, dünyada yaşanabilecek her türlü mutluluk duygusunun ardından gelebilecek acı duygular ihtimali olmadan yaşayabiliyor olmalarıydı. Babam, mutlu ve sağlıklı bir yaşam sürmek istiyorsam, kendimi kesinlikle değiştirmememi ve orta hâlli bir insan olarak her gün hayatın bana yaşatacağı yeni deneyimleri mutlulukla kabullenerek gül gibi yaşayıp gitmem gerektiğini söyledi.
Bunları açıkladıktan sonra, beni bir taraftan ciddi, bir taraftan da şefkatli tavrıyla köşeye sıkıştırmaya çalışıp artık genç bir adam gibi davranmam gerektiğini, körü körüne sadece duygularımı dinleyerek kendimi sıkıntıya sürüklememem gerektiğini; ekmeğimi kazanmak için kendimi denizlere atmam gerekmediğini; bu konuda bana birçok farklı yol gösterebileceğini ve onun öğütlediği bir yaşam sürmeye başlayabilmem için elinden gelen her şeyi yapacağını; onun bütün desteklerinden ve göstermiş olduğu yoldan yürümeme rağmen yine de mutlu olmayacak olursam bunun sadece kaderim ya da kendi hatalarımdan kaynaklı sıkıntılar olacağını, ancak kendisinin bu konuda sorumluluk taşımayacağını; yalnızca bir baba olarak eğer yanlış yolda yürüdüğümü düşünüyorsa her türlü ihtimale karşı beni uyarmakla görevini yerine getirmiş olduğunu söyledi. Bütün bunları açıklamasının ardından, şayet onun sözünü dinleyecek ve evde kalacak olursam, bana her türlü desteği göstereceğini ve mutlu olmamı sağlayacağını, ancak yine de gitmekte kararlıysam daha fazla sesini çıkarmayacağını ve bu konuda beni destekleyerek sonradan başıma gelebilecek felaketlerden sorumlu olmak istemediğini açık ve net bir şekilde beyan etti. Konuyu kapatmadan önce son olarak da Felemenk