“Gelin sizi salıncakta sallayayım.” diye çağırdı Hoca, abla ile Dili’yi.
“Biz çocuk muyuz?” dedi abla.
“Gel, ben yavaş bir şekilde sallarım. Gençliğimizi yad edelim. Çocukken salıncağı ağlatırdık.”
Abla da teklifi kabul edince Dili’yle ikisi salıncağa oturdular. Ben sallamak istedim; fakat Hoca kabul etmedi. Salıncak gittikçe hızlanmaya başlamıştı. Hoca ise:
“Kızların sallandığı salıncak, Öyle sallanma böyle sallan!
Gelinin sallandığı salıncak, Öyle sallanma böyle sallan!” diye bağırıyordu. O sırada dışarıdan olan biteni izleyen biri olarak bu durum bana çok ilginç göründü. Fotoğraf makinesi olsaydı ve bu anı bir kere çekseydik ne kadar güzel bir fotoğraf olurdu. Tabiatın güzelliği ile insanların iç dünyası her zaman birbiriyle bu şekilde bir araya gelemezdi. Hoca onları korkutmak için gittikçe hızlı sallıyordu. Neşeli bir şekilde kahkahayla gülüyorduk. Eldar ile Şirin de: “Daha hızlı!” diye etrafında dolanıyordu.
“İkinizde kozmonot olacak bir tip var.” diyordu Hoca.
Uzun zaman sallandılar. Hoca, biraz terlemesi dışında henüz yorulmamıştı. Biraz dinlenmek için oturduk. Çocuklar Hoca’nın etrafını sararak bir şeyler soruyorlardı.
Kamp yerini dolaşarak dağa tırmandık. Etraf sessizdi. Taa ileride dizilmiş olan villalar görünüyordu. Gökte beyaz gemi gibi bir iki bulut yüzüyordu.
“Böyle bir yere yurt kurup kımız yudumlayarak yatsan ne güzel olur değil mi?” dedi Hoca.
“Evet.” dedim sadece, başka bir şey söylemedim. Fazla konuşmayan biriyim zaten. Ne diyebilirdim ki. Bunun yanında Hoca’nın kafasında kurguladıklarını bozmamak için çaba göstermeye çalışıyordum. Akbara ile Taçaynar vb. benim bilmediğim kahramanların kaderinin ve hayatlarının hâlâ Hoca’yı düşündürdüğünü hissedebiliyordum. Bir hayli yürümüşüz, geri döndük.
“Sizlere ulaşmak zormuş. Havası güzelmiş. Ev yapacaksın böyle bir yere yapacaksın.” dedi abla.
“Ev kurmak kolay mı ki? Çok zahmetli iştir. Öncelikle zaman lazım; sonra kerpiç, çimento, ağaç. Bir sürü iş.”
Aşağı doğru indik ve akarsuyun yanında durduk.
“Su nasıl geri akmazsa geçen ömrümüz de geri gelmez. Günler durmadan geçiyor.”
“Hocam, geçenlerde Rus bir teyze ile tanıştım. Sizi iyi biliyor. Aziz Saliev Yazarlar Birliği’nde sekreterken orada daktilocu olarak çalışmış. O zamanlarda sizin “Labaratoriya ZET” adlı eserinizi o yazıya geçirmiş. O eserin el yazma nüshası sizde var mıdır?”
“Nereden olacak. Onun üzerinden otuz sene geçti.”
“Ne hakkında yazmıştınız?”
“Savaş silahlarını üreten bir fabrika hakkında yazmıştım. Gelen casusları yakalatma gibisinden. Edebi eser konusunda o günkü anlayışımız o şekilde olsa gerek. Eserler bazen zamana göre üretiliyor.
Eve döndüğümüzde hemen ‘batalga’ kelimesinin anlamı için K. Yudahin ile C. Mukambaev’in sözlüklerine baktım.
Sonraki gidişimde sözlüklerdeki kelimenin anlamını daktiloda yazarak gittim. Hoca kağıttaki yazıyı okudu ve sessiz bir şekilde masanın üzerine koydu. Salona geçtiğimde çocuklar Japon televizyonundan J. London’ın ‘Beyaz Diş’ adlı uzun hikâyesinden esinlenen çizgi filmi izliyorlardı. Biz de izledik. Beyaz Diş’in kurtlarla, köpeklerle olan kavgalarını izlerken Hoca: “Benim Akbara’m da Taşçaynar’ım da yeleli, güçlü ve dövüştüğünü sağ bırakmayan cinstendir.” dedi. Bu konuşmasından İngiliz yazar ile Hoca’nın yeni eserinin arasında birtakım benzerliklerin olduğunu hissettim.
6 Mayıs’ta Hoca’yı, Kırgızistan Yazarlar Birliği Başkanı olması nedeniyle tebrik etmeye gittik. Bayram ya da iyi bir haber duyunca her zaman ziyaret etmek alışkanlık haline gelmişti. Hoca çiçekleri severdi. Çiçekler odasına sığmıyordu. Tebrik edenler getirmişti galiba. Hoca, “Konuşalım.” dediğinde kalkmadan oturmak gibi bir alışkanlığım var. Hoca’yla karşılıklı koltuklara otururduk, bazen de o yanımdaki koltuğa otururdu. Konuşurken göz kırpmadan yüzüme bakardı. O anki bakışları, insanın iç dünyasına yerleşerek sanki röntgen çeker gibiydi. İnsanın alnından ter akar, söylemekte olduğu sözleri unutur, fikri dağılırdı. Düşünceleriyle sözlerinin birbiriyle bağlantılı olmadığını düşünür, onları birleştiremediği için konuştuğuna pişman olurdu.
“Yazarlar Birliğine gitmeniz iyi oldu diye düşünüyorum.”
“Öyle mi, yazarlarla çalışmak kolay mı diyorsun? Biraz bizimle çalışın, dedikleri için zorla kabul ettim. Herkes kendi eserini yazsa da toplantılarda akan sular gibi kimseyi dinlemezler, yiğitsen durdurmaya çalış. Sen de Yazarlar Birliğinin üyesi misin?
“Evet, bu sene üye oldum.”
“Gençlerle üyelikleri doldurmazsak olmaz. Üç dört kitabı olanlar da üye olamıyorlar. Gençlere geldiğimizde kitabı ne zaman yayınlanacak diye beklemememiz lazım. Onlara sıra gelene kadar yaşları kırkı geçiyor. Sonra da genç şair, genç yazar olarak dolaşıyorlar. Şiirleri, hikayeleri gazete ve dergilerde yayımlandı mı o yeterlidir. Yetenekli mi, yeteneksiz mi; edebiyat alanına faydası var mıdır, yok mudur oradan öğrense olur. Yetenekli olanları hiç çekinmeden üyeliğe almamız gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatın yükünü sonraki nesillerin taşımaları lazım. Göster gençlerden kimler var, dikkat çeken biri var mıdır?
“K. Belekov, N. Kaparov, B. Usubaliev, Ş. Düyşeev, C. Mederaliev, A. Matisakov, S. Tanaliev ve diğerleri.”
“Bak işte, siz aynı dönemde yetişen gençlersiniz. Geçenlerde birine, bizden sonra gençlerden kimler var dediğimde; O. Sultanov’u, C. Mamıtov’u, M. Bayciev’i gösterdi. Onlardan sonrası… Bu şekilde nesillerimizin merdiven gibi olması lazım.”
Sohbetimizi telefonun zili bozdu. Birisi tebrik etti galiba. Şakalaşarak konuştular, Hoca ona teşekkür etti. Dışarı çıktık. Mayıs ayıydı, ay açıktı. İnsan sokaklarda dolaşmak istiyordu. Akademinin Jeoloji Enstitüsü binasına doğru yürüdük.
“Burada 1952 yılında ‘Manas’ hakkında büyük bir panel düzenlenmişti. Ne konuşulacak diye gençlerle birlikte gitmiştik. O zaman Auezov’u ilk defa görmüştüm. Panel çok kalabalıktı. ‘Manas’ destanımızın kaderi konuşuluyordu. Auezov’un söz ustalığı, bilim insanlığı ve cesareti ‘Manas’ı korumuştu. Korkmadan açık ve net bir şekilde konuşuyordu, alkışlıyorduk. Samimi konuşması, neşesi ve iç dünyası benim hoşuma gitmişti. Derin bir şekilde saygı gösterdim. Kader dediğin çok ilginç bir şey, sonradan baba oğul gibi olduk.”
“1979 yılında Almatı’ya gittiğimde Edebiyat Enstitüsünü sizinle okuyan Kazak yazarları Satar Seythazin, Capar Ömürbekov ile tanıştım. Onlar; sizin Auezov ve Aragon ile Moskova’da görüştüğünüzü anlattılar.”
“Auezov ile bir kere olsun fotoğraf çektirmemişim. Hepsi sonsuza kadar yaşayacakmış gibi önemsememişim. Tek fotoğrafım var…”
Sözümüz kesildi, Hoca derin bir düşünceye kapılmış gibiydi. “Nasıl bir fotoğraf acaba?” diye merak ediyordum.
Sonra gördüm o fotoğrafı, Auezov’un tabutunu sırtında taşırken biri çekmiş. Bu çok acıklı bir fotoğraftı.