Şiir yazma kaygısını hâlâ da yaşıyorum. ‘Ak Botosun İzdegensip’ (Ak Devenin Yavrusunu Ararcasına), ‘Süyüü Cürsö Ulanıp’ (Sevgimiz Devam Etse), ‘Lenin’, ‘Eneme’ (Anama) vb. şiirlerimin yayımlandığı aklımda. Bazen A. Korobaev’in bestesiyle ‘Calgız Darak’ (Yalnız Ağaç) adlı şiirim radyoda söylenmektedir. Kendi arşivimde birçok şiirim vardı. İncelediğimde iyi olanların da olduğunu gördüm. Hoca için bir şiir yazmak istedim. 31 Aralık’ta yılbaşını kutlamak için gittiğimde böyle bir şiir yazdım, götürdüm. İthaf etmenin çeşitli yöntemleri vardır. Biri açık bir şekilde ithaf etmek, biri de dileklerini gizli bir şekilde ithaf etmektir. Başta nesir şeklinde iki satır yazı yazdım ve devamında şiirin mısralarını süsleyerek boncuk gibi sıraya dizdim. Sanat değerinin ne derecede olduğunu söylemek benim için zor, fakat dileklerim doğrudur:
Hayalimde yele yaptım hissimde
Seçerek en güzel kayığı
Tövbe ederek yavaşça koydum denize
Yaratandan istediğim aklımda
Yakalatmasını altın balığı
Sormam devlet ile varlığı
Ve yine de altın kaplı kayığı
Anlatarak sıradan yerimi
Alsın, gitsin huzursuz canımı
Bu hayatta ne kadar yaşasak da
Olsun kalsın ömrümüz de kısalsın
Helal hayat, hürmet, saygı, iyilik
İnsanlarda olsa derim her zaman
Canı gönülden inanmak ve teslim olmak
Bembeyaz, kibar ve kutsal görmek sevgiyi
Kötülüğü karalara baş ederek
Ortadan kaldırsak mı ki tamamen yok edip.
Hoca şiiri pürdikkat okudu, düşünceye daldı. Benim içimde bir soru beni rahatsız ediyordu: “Ne diyecek acaba?” Cevap gelmedi. Zarfı çalışma masasının üzerinde koydu. “Fikrini ne zaman söyler?” diye beklerken pişmiş gibi oldum, bir şey demedi. Telefonu çaldı ve birisiyle görüştü…
Birlikte sofraya geçtik. Yeni haberleri sordu.
“Literaturnaya Gazeta’yı okudun mu? Adamoviç’in makalesi yayımlanmış. ‘Kıyamet’e hakkında olumlu görüşler yazmış.”
“Henüz okumadım.”
“Oku, sana lazım.”
“Tamam.”
“Makin, Melis de şiir yazıyormuş. Yayımlatıyor musun?”
“Sadece bir defa yayımlattım.”
“Şiir yazmak çok zordur. Gençliğimde ben de yazmaya çalışmıştım. İyi olmadı galiba, sonradan nesre geçtim.”
“Sizin gençliğinizde şiir yazdığınızı ‘Leninçil Caş’ gazetesinde okumuştum. Shtubendorf adlı öğretmeniniz size şiir yazmanızı nasihat edermiş. Öyle olsa bile ‘Cemile’deki, ‘Fuji-yama’daki, ‘Ala Köpek’teki, ‘Gün Olur Asra Bedel’deki şiir satırlarını okuyan insan, sizin şairliğinizden de haberdar olmaktadır. Bununla birlikte araştırmacılar sizi, nazımda lirik şeklinde değerlendirmektedirler.”
“Şimdi düşünüyorum da şairliği tercih etmem halinde de benden bir şeylerin çıkacağını zannediyorum. Fakat benim için nazım şekli çok zor bir şey.”
“O zamanlarda yazdığınız şiirleriniz var mı?”
“Nereden olsun.”
“İnsanların ‘Her insan kendi içinde bir şair, yazar.’ sözü doğru mudur, diyorum Hocam. Çünkü ömründe eline hiç kalem almayan, bir satır bile şiir yazmayan insanların da iç dünyasının şairler gibi lirik, yaşadığı hayatı da romanlar kadar ilginç olması mümkün değil mi?”
“Evet, öyledir. Kırgız insanı mutlaka iki, üç sözü birleştirerek irticalen bir şeyler söyleyebilir; şiire çok yatkınlar. Telegey’in hayatı hakkında yazdığım hikâyeyi hatırladım. Hayatı çoğunlukla basit olarak gösteriyoruz. Bizim eksikliğimiz buradadır…”
Akşamüzeri Hoca’nın söylediği gibi aradım. Yılbaşı için iyi dilekler edildi.
“Yeni yıl senin için iyi oldu. Çocuğun oldu, yılbaşını onunla birlikte geçiriyorsun. Elturan koşturuyor mu?” dedi.
Hocanın şakayla söylediklerini bir an gerçek zannetmiştim: “Elturan doğalı daha sekiz gün oldu.” dedim…
1, 2, 6, 7 Ocak 1987 tarihlerinde Hoca’yı ziyarete gidip geliyordum. ‘Drujba Naradov’ (Ulusların Dostluğu), ‘Nauka i Jizn’ (Bilim ve Hayat) dergilerinde yayımlanan L. Aninskiy’in, Ordinaryus Zeldoviç’in makalelerini okudu. Ben de ‘Mugalimder Gazetası’nda yayımlanan ‘Akbaranın Gözyaşı’ adlı makalemi de eklemiştim. ‘Kıyamet’in gazete ve dergilerde tartışmalar yarattığı hissediliyordu.
“Hocam, ‘Kıyamet’i okuduktan sonra bende bir fikir oluştu.” dedim. Acele ile sözümü hemen toparladım. “Taşçaynar’ın hemen ölmesi sanki yapmacık gibi duruyor. Biraz derin bir şekilde ele alsaydınız daha güzel olurdu…”
“Ok değmemiş miydi? Ondan sonrasını devam ettirmek için bir ihtiyaç var mıydı? Burada istenen, Akbara’nın tek başına kalmasıydı.” dedi.
Tartışmadım. Fakat görüşümü değişmemiştirdim. Taşçaynar zorluklar ve acı içinde ölse, Akbara’nın durumunu daha derin bir şekilde açıp gösterse, roman için faydalı olur muydu gibi düşünüyordum. Eserde bu bölüm var; ama bana çok kısa bir şekilde tasvir edilmiş gibi geliyor…
13 Aralık’ta Hoca bana iki tarihî malzeme gösterdi. Birincisi 1945 yılında çektirdiği fotoğraf, köylüleri ile birlikteydi. Fotoğraf zaferin 30. yıl dönümüne ithafen ‘Ogonek’ dergisinde yayımlanmış. İkincisi de ‘Leninçil Caş’ gazetesinde 1935 yılında yayımlanan ‘Cengiz Şoför Olurum Der’ adlı makaleydi. Eskimiş ve rengi sararmış gazete Latin alfabesiyle yazılmıştı. Büyük bir ilgiyle abla ikimize okudu.
Ablayla ikimiz gülüyorduk. Hoca ise: “Bakın, o zamanlarda bile dinç ve sağlammışım. Çekinmeden net bir şekilde cevaplamışım. Röportajı yedi yaşımda bile halletmişim.” dedi. Çok ilginç bir olaydı. Gazeteyi alıp fotoğrafını çektirdikten sonra anlaşılması için Kiril alfabesine çevirterek ‘Leninçil Caş’ gazetesinin sayfalarında yayımlattırdım.
30 Ocak’ta akşamüstü